25 Ekim 2010 Pazartesi

Kadının Başına Her Ne Geliyorsa Kadından

Bugün bizzat bebeği muayene eden doktorlardan birinden öğrendim. Allak bullaktı sesi, duruşu.

Çok değil bir hafta önce hastaneye idrar yolları problemiyle geliyor 4 aylık bir minik kız bebek. Tahliller tetkikler derken bebeğin idrarında sperme rastlanıyor. Adli rapor tutmak isteyen hastane işlem başlatıyor ki, bebekle annenin yerinde yeller esiyor. Polis peşlerine düşüyor, araştırılıyor denirken bir haber geliyor 2 gün önce. Ümraniye ormanlarında 4 aylık bebek cesedi... Ve tahminler doğru:

Bebek, 1 hafta önce tecavüze uğrayan o minik... Minicik bedenine hiç yakışmayan ölümle bir ormanda yatıyor. 4 aylık kısacık hayatına bir tecavüz, bir de cinayet kurbanı olmayı sığdırıveriyor. Yaşıtları sıcacık kucaklardan inmezken, o tek başına bir ormanda ölü bulundu.

Ve ne yazık ki, bu dramın perde arkası daha da iğrenç...

Bir adam ve bir kadın birbirlerini sevip, evleniyorlar ve bir minik kızları oluyor. Ancak bu arada adamın askere gitmesi gerekiyor. Askerdeyken içi rahat olabilsin diye, karısını ve kızını kayınpederinin ve kayınvalidesinin evine bırakıyor. Kendi öz kızlarını ve öz torunlarını, onlara emanet ediyor. Ne yazıktır ki, dede emanete hıyanet ediyor. Kendi öz torununa önce tecavüz ediyor, ardından da öldürüyor ve ormana atıyor.


İşin ardında ise binlerce soru kalıyor... Bebeğin annesi bu durumdan haberdar mıydı? Öyle ise, bir anne nasıl buna göz yumar? Kendisi de öz babası tarafından küçüklüğünde taciz edilmiş olabilir mi?Ya kendi annesi, o da bunu göz göre göre saklamış olabilir mi?

Biz kadınlar, öyle baskılarla büyüyoruz ki bu toplumda. Sanki herşey bize karşı. Nedense kadın için bu toplumda hayatta kalmak daha zor. Tam bir misyon. Hayatta kalmak büyük bir görev! Kızlar okutulmalı derken bile bir taraftan bilinç altımızda bir ayrımcılık yapıyoruz. Okumalı ki, koca eline bakmamalı. Bir kız çocuğu tecavüze uğrarsa bunu konuşmamalı. Konuşmamalı ki, evlenmesi mümkün olsun. Daha da önemlisi ailesi rezil olmasın. Kızları "lekeli" denmesin. Susmalı ki, eğer azıcık şanslıysa ağabeyi veya babası katil olmasın. Bu yüzden onlara bile anlatmamalı. Kısacık giymemeli. Giyerse de tecavüze, tacize isyan etmemeli. Kısacık giyinip, sonra da mağdur rolü kesmemeli. Hele bir de akşam karanlığı basınca sokakta olmamalı. Bu liste böyle uzar gider malesef... Her defasında da ölen ölür, kalan sağlar bizimdir ne de olsa.

Çünkü aslında ne geliyorsa biz kadınların başına, bunun asıl suçlusu erkekler değil, yine kadınlar! Oğlunun pipisini amcalara göstermesinden zevk duyan anneler... Oğlunu "kız gibi" yetiştirmekten şiddetle kaçınan anneler... "Erkek değil misin, çapkınlık da yapacaksın, kadın elinin kiridir" diyerek kendi hemcinsine çirkefleşebilen anneler... Kocasının öz çocuğuna tacizini "elalem ne der" diyerek saklayan anneler... Kocasının bahçedeki köpeği geceleri taciz ettiğini bile bile, evinde 2 küçük çocuğuyla yaşamaya devam eden anneler...

Bugün kadınların başlarına her ne geliyorsa suçlusu yine kadınlardır. Ve artık oturduğunuz yerden ah vah demeyin. Kendi öz çocğuna, torununa tecavüz edenlerle aynı sokakta oturuyorsunuz. Belki aynı marketten alışveriş yapıp, aynı fırına, kasaba veya manava uğruyorsunuz.

Gördüğünüz, bildiğiniz veya şahit olduğunuz hatta ve hatta minicik bir dedikodu olarak duyduğunuz hiç bir şeyi saklamayın! Açığa çıkarmazsanız, yarın bir ormanda ölüsü bulunan tecavüz mağduru 4 aylık bebek sizinki olabilir!!!

17 Ekim 2010 Pazar

Yürüyüş Hikayesi: Şeytan İnsanlığın İçinde

Bazen hayatta hepimizin bir misyonu olduğuna çok kaptırıyorum kendimi. Dünyadaki kötülerin bile bir misyonu varken... Ben bütün insanları sevmiyorum, sevemiyorum hümanist falan değilim. İnsanların değişeceklerine, bir gün tüm kötülerin doğru yolu bulacaklarına falan da inanmıyorum. Hümanistlikle hiç ilgim yok. Çok fazla insan tarafından iyi niyet gördüğümde hayatımın safsatayla dolmaya başladığını düşünüp, şöyle bir silkeliyorum hayatımı.

Hayatta 3 şeyle ilgili misyonum var: - masumları ve savunmasızları elimden geldiğince korumaya alabilmek... Benim için masumluğun ve savunmasızlığın 3 türü var: yaşlılar, çocuklar ve insanlar dışındaki canlılar. Diğerlerinin kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğine inanıyorum. - istisnalar elbette oluyorlar.

Bir süredir 5199'un değişmesi için başlayan çaba, İzmir'deki sapığın bir zavallı ve yaşlı tekiri şeytanca öldürmesiyle ateşlendi. Şeytanı boşuna başka yerlerde aramayın, şeytan insanlığın içinde...


Bir kere izleyebildim o kara görüntüleri, bir daha bakamadım. O kadar cesur değilim! Biliyorum ki, soğumaya başlayan havadan sığındı o kutuya. Uyuyacaktı bir kaç saat ve sabah sahibi gelince yeni bir gün başlayacaktı. Karnının yeniden doymasına az kalmıştı. Kutusuna girdi yattı. Bilemezdi ki,o son gecesiydi. Birazdan tekmelerle havaya sıçrayacaktı. Canı yanacaktı. Kafası bir insanın topuklarıyla ezilecekti. Kanı kaldırımı ıslatacaktı ve bir daha uyanmayacaktı.

Sanmayın ki o tekir, bu şekilde katledilen ilk sokak hayvanı. Böyle sananların Alice'in harikalar diyarından çıkmaları lazım. Çıkıp bu ülkedeki barınak gerçeklerine bir göz atmaları lazım. Tecavüze uğrayanlar, sahibi tarafından darp edilenler, sokağa atılanlar, kapının önüne bir daha gelmesin diye üstüne kaynar su dökülenler, uyuz oldu diye yakılanlar,... Onun ölümü kameraya yansıdı diye bu kadar tanındı, bilindi. Onun gibi katledilenlerin sesi oldu, kemiğe bürünmüş hali oldu.

Bir kere gördüm o kara görüntüleri ama aklımda defalarca oynadı istemediğim halde. Hepsi sokaktan gelen 3 kedime ne zaman baksam o görüntü başa sarıyor bir haftadır. En çok da onun gibi bir tam tekir olan Azis'e ne zaman baksam... Birinin ona tekme attığını değil, kötü niyetle baktığını bile düşününce içimden bir seri katil fırlayacakmış gibi hissediyorum, nefeslerim hızlanıyor.

İçimdeki duygunun tarifi yok: sinir, kızgınlık, üzüntü, öfke,... Henüz anne değilim ama bir anne bebeği için ne hissederse, onu hissediyorum üçü için de. Anne olmak için doğurmanın gerekliliğine inanmıyorum. Ne doğuranlar gördük... Bu yüzdendir ki; bu olaylarda en fazla tepkiyi annelerin vermesi gerektiğine inanıyorum. Gelecekte kendi çocuğumun böylesi sapıklarla değil arkadaş olmasını, aynı kaldırımda bile yürümesini kaldıramam.

Oysa ben de bilirdim bütün gün sıcak evimde popomu yayıp, pijamalarımla TV karşısında yayılmayı. Üstelik sevgilim 40 yılda bir cumartesi çalışmazken. Kedilerimle sıcak sıcak yatıp yuvarlanmayı. Kızlarla bilmemne cafede alışveriş sonrası dedikodu yapmayı... Ama bugün önemliydi orada olmak, oldum da!



Bugün saat 15:00 te Gezi Parkı'ndaydık. Nedense ilk bakışta hiç "sadece insan" yoktu. Hani hayvan sevmeyen ama bunun bir adım ötesinin çocuğa yöneleceğinin farkında olanlardan. Çok az çocukla gelen anne vardı. 2-3 bilemedim 5. Ama 10 değildi. bugün yürüyenlerin hepsi hayvanseverdi. Bir tane de "ben hayvan sevmem ama çocuğumun sapıklarla büyümesini de istemem" diyen yoktu. Bir gün son hayvansever bu dünyadan göçtüğünde, bu dünya yaşanmaz bir hal alacak.  Meydan sapıklara ve iş işten geçince veryansın edecek annelere kalacak. Gerçek mahşer o zaman başlayacak.

15:30 da pankartlarla, resimlerle ve sloganlarla alkışlarla çıktık İstiklal yürüyüşüne. Beyoğlu taksicileri önce yol tıkandı diye çaldıklarını düşündüğümüz uzun kornalar çaldılar. Sonradan anladık ki, destek veriyorlardı. Gezi Parkı'nda dağınık durdukları için, az görünen kalabalık uzunca bir kuyruk oluşturduğunda ve kalabalığın başı ve sonu farklı sloganlar attığında anladık ki aslında çokuz! Bu akşam öğrendim bin kişiden fazla olduğumuzu. Hava güzeldi şansımıza ve bu yürüyüşte de 4 ayaklı dostlarımız bizi yalnız bırakmadılar.  UPS işçilerinin alkışlı destek jestini, "UPS işçisi yalnız değildir" diyerek karşıladık.

Etraftan çok acaip tepkiler gelmedi. Beklemiştik oysa, "çocuğa tecavüz ediliyor kedi-köpek mi kaldı"cılardan tepki. Kimbilir belki de bu kadar kalabalık olmamızdan ürktüler. Bir yaşlı kadın hepimize tek tek bela okudu. Onun da akıl sağlığına verdik.

Alkışlayanlar da oldu, algılayamayanlar da. Sevgilisinin elinden tutmuş yürüyen gencin "kedi öldü diye bu kadar kişi mi yürür ya" diye sırıtmasını bir Gülay Abla gençliğine verdi, ben mallığına verdim şahsen. Açıklamanın ardından da dağıldık.

Biliyoruz ki son olmayacak insanın insana kıydığı bu ülkede bu canlara kıyım... Ama bir cezası olacak. Sapık yakalandığı gün 30 TL ile serbest kalmayacak. Canın bedeli para ile ödenmeyecek. Yapma isteği duyanın bile eli gitmeyecek.

Ama bunlar olmazsa sevgili anneler, çocuklarınızı her yerde daha da korumak zorunda kalacaksınız. Ve özellikle bugün işi olmadığı halde gelmeyenler, tecavüz ve şiddet sizi bulduğunda herşey için çok geç olacak!

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kahve ve Nescafe Notları

Şurada anlattığım Nescafe Greenblend, Vitalift ve Lift-aktif lansmanı için düzenlenen blogger etkinliğinden kahveye ve Nescafe'ye dair öğrendiklerimi paylaşmak istedim. Kesinlikle çok öğretici, besleyici, eğlenceli ve iyi planlanmış bir organizasyondu.

* Kahve, dünyada tercih edilen ilk 3 içecekten biri ve % 100 doğal bir içecek. İşlenmesi sürecinde de dışarıdan bir kimyasal girmiyor. Ancak üçü bir arada ürünler için % 100 doğaldır denemiyor.

* Dünyada saniyede 4500, Türkiye'de ise saniyede 65 fincan kahve tüketiliyor.

* Kahve, diğer pek çok meyve ve sebze gibi hücrelere çok faydalı olan antioksidan içeriyor. Antioksidan, özellikle nar, üzüm, ceviz, kırmızı biber, kakao, çikolatada bulunur. Kahvede bulunan antioksidan 2000 yılından sonra bulundu. Antioksidan ve kafein birbirinden bağımsız olarak içerikte yer alırlar.

* 1 kadeh kırmızı şarapta 200-300 mg, 1 kupa kahvede 150-350 mg, 1 kupa kakaoda ise 150-200 mg antioksidan bulunur.

* Yeşil çayda da bulunan antioksidan, 2 gram kahvede her defasında aynı antioksidanı verir. Ancak çayda demleme süresine bağlı olarak farklı miktarlarda açığa çıkar. Dem süresi uzun tutulmalıdır. Çayın acılığı antioksidanın açığa çıktığını gösterir.

* Kahvenin kavrulma derecesi çok önemlidir. Kahveyi ise  100 derecede kaynamış suya değil, 80 derecede kaynamış suda yapmak ve her kupa için 1 tatlı kaşığı kahve koymak idealdir.

*  Kafeinli içecekler için söylenen selülit ise kahve için bir dedikodudan ibaretmiş, kızlara iyi haber :)

* 300 mg kafein ( 6 fincan Nescafe Gold) hamileler için bile güvenli dozdur. Ancak Türk halkının gün içinde çay ve cola tüketimi de göz önüne alınırsa, 2-3 fincanda kalmak ideal.

* Kemik erimesinde etkin olması için ise, günde 600 mg kafein (12 fincan kahve) içmek gerekiyor. Oldukça zorlamak lazım yani. Bu şarta bağlı olarak bile kemik erimesine neden olmadığı, ancak var olan kemik erimesini artırdığı söylendi.

* Kahve hafızayı geliştirip, odaklanmayı sağlıyor. Ve elbette uyanıklığı sağlıyor. Aslında uykusuzluk yapmıyor. Ancak kafeine hassas bünyelerde uykusuzluk yapabilirmiş. Bu da 3 gün sürüyor. 3 günün sonunda vücut bağışıklık geliştirmiş oluyor.

* Kafein bağımlılık değil, alışkanlık yaparmış. (Bağımlılıktan 1-2 günde kurtulmak mümkün değil)

* Süt içenlerin % 73'ünde şişkinlik oluyor. Bu nedenle kahveyi sütle değil, coffeemate ile içerek şişkinliği önleyebiliyoruz.



* Lansmanı yapılan Vita-lift ve Lift-aktif sadece Türkiye'ye özel üretilen, Türkiye tarafından geliştirilen ürünler. Üretilmeden önce tüm aktarlar dolaşılmış. En iyi bilinen şifalı bitkilere bakılmış. Ve Türk halkının siyah üzüm çekirdeğini çok iyibildiği ortaya çıkmış.Bu ürünleri şimdilik büyük zincir marketlerde bulabilirsiniz. Önce faydalarını anlatmak istiyorlar. Sonrasında erişimi elbette kolaylaştırılacak.

* Lift-aktif düşük kalorili. Bağırsakların çalışmasını rahatlatıyor. Prebiyotiklerle üretilmiş.

* Vita-lift ise siyah üzüm çekirdeği eklenerek üretilmiş. Cilde iyi gelmesinden öte, günde 3 kupa tüketilmesiyle günlük e vitamini ihtiyacını karşılayacağı iddia ediliyor.

* Bir de greenblend var. Ki ben tadını cidden çok sevdim. Dünyada ilk defa % 35 oranında yeşil kahve çekirdeğinden üretilmiş. Yeşil kahve çekirdekleri daha yüksek antioksidan içeriyor.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Üç :)

Dün gece erkenden uyudum. Harika bir gündü, kötü haberler duymayayım da aynen öyle bitsin istedim. Depremi saymıyorum.

Sevgilim ve TTcim bana harika bir doğum günü organize etmişlerdi geçen seneki gibi. Emirgan Sütiş'e girerken sevgilime arsız çocuklar gibi "bana sponge balonu aaal" diye söylendim. Oysa aceleyle içeri girmek istiyordu. Meğer zaten içeride muhteşem dostlarımla bir Sponge Bob balonu, harika bir Sponge Bob pastası (Ayşem bitanesin), kedili medili hediyeler, zarlı bol şans getirecek bir bileklik beni bekliyordu. O muhteşem kahvaltı için Simto'ya, Nur'a, Harun'a, Devletşah'a, Ayşem'e, Müge Doğrular'a, TTciğime ve sevgilime kocaman teşekkürler...


İnsanın mutlu olmasıyla, kendisini mutlu sanması arasında incecik bir çizgi var sanırım.  Ve ben bu çizginin hep bir tarafında kalmaya çalışıyorum. Mutlu olmak tarafında. Annemle uyanmak da saf mutluluk benim için. Sevgilimle uyanmak gibi. Bu sabah, annemin kollarında uyandım sabahıma. Aynen 1982 ekiminin 4'ünde yaptığım gibi.

İşe gelmek için servis saatinde evden çıkıp, servis yerine vapura bindim. Böylece köprü yolunda telef olmaktansa, vapurda temiz hava eşliğinde çay içerek işe yarım saat önce geldim. TTmin harika sesiyle ve yazısıyla doğum günü açılışı yaptım, arkası geldi tabii :)


Son bir yılımda kendimi mutlu sanmak yerine, mutlu olmakla ilgilendim. İyi gelişmeler kaydettim. Mutsuz olduklarımı hayatımdan çıkarabilmeyi başardım mesela. Mutlu edenlerin peşinden tüm zorluklarına rağmen ayrılmadım. Ama Pollyanna gibi her günümü mutlu olarak geçirmedim elbette. Üzgünsem üzüntümü de yaşadım sonuna kadar. Çünkü üzülmek, aslında mutluluğun seviyesini 2 katına çıkartıyor. Bunu farkederek üzülünce insan, daha çabuk su üstüne çıkıyor. Bunu başarmak için minicik bir ipucu vereyim: anı yaşamaya çalışın.

O gün, canınız dışarıda arkadaşlarınızla içmek yerine, sevgilinizle pijamalarınız eşliğinde dizi izlemek istiyorsa, "yarına çıkmayabilirim" psikolojisiyle hayatı koştur koştur yaşamayın. Canınız o an ne istiyorsa, onu yapın.

Mesela ben bol bol uyudum bu sene. Uykusuz kaldığım ve gecesi gündüzü belirsiz danışmanlığı bıraktığımdan beri, akşamlarıma iş karıştırmamaya özen gösterdim. İşi işte bırakmanın sorumsuzluk değil, kaliteli yaşam olduğunu öğrettim kendime. Ve bunu başardım. (hayatımda ne kocaman bir fark olduğunu anlatmam mümkün değil.) Sevdiklerime daha sabırlı olabilmeyi, yine de çok canımı acıtsa da bazen bazı kararları anında verebilmeyi de öğrettim kendime sonunda. Ve aldığım kararların ardında durabilmeyi de başardım.

Evimi değiştirdim, yeni bir yaşama başladım. Sevgilimle hayatımı ve herşeyini birlikte seçtiğimiz bir evi paylaşmaya başladım. Ha, bir de kimselerle paylaşamadığım kedilerimi (patır kütür evlenip, hayal kırıklığına uğramamak için bunu yapın, gerçekten. böylece o aşık olduğunuz adamla hayatın nasıl olduğunu görüp, kararınızı doğru verebilirsiniz. benim için yaşam harika gidiyor ama herkes için böyle olmayabilir) 2 kediyle başladığımız ev yaşamımıza 3 kediyle devam ediyoruz ve bambaşka hayallerimiz var bizi besleyen. Bir de annemi daha iyi anlamaya ve daha çok saygı duymaya başladım bu ev yaşamı konusunda.

Bu yıl daha zoru hedefliyorum ve küçük şeyleri takmadan huzuru bulmayı hedefliyorum. Benim gibi bir empat hastası için zor olacak ama olacak. Bunun ilk adımı da hayatın adil olmadığını ve olmayacağını kabullenmek...
Bu sene gerçekten sadece sağlık istiyorum. Burada da yazdığım gibi, dunyanin en harika ailesine,en degerli manevi annesine,en essiz sevgilisine,en muhtesem dostlarina sahibim.



Hayattan son 3 dileğim var. O, 3 dileğimi istiyorum sırayla. Daha doğrusu onları başarabilmek için sağlıktan başka bir beklentim yok hayattan. Hepsi sadece bende saklı ;)