27 Aralık 2009 Pazar

Noel Çikolataları


Noel tatiline gelen kuzenim sağolsun ev Noel baba çikolatası kaynıyor :)

Noel Baba'yı sever ve ona inanır mısınız bilmem ama çikolatalı Noel Baba harika :)

23 Aralık 2009 Çarşamba

Marley'den Aklıma Gelenler



"Bir köpeğin asla lüks bir arabaya, eve ve tasarım kıyafetlere ihtiyacı yoktur. Sadece su ve yemek onun için yeterlidir. Bir köpek, zengin veya fakir, aptal veya zeki olmanızla ilgilenmez. Ona kalbinizi açarsanız, size tüm kalbini verir. Pekiyi bunu kaç insan için söyleyebilirsiniz? Kaç insan size kendinizi bu kadar nadir,saf ve özel hissettirir? Etrafınızdaki kaç insan kendinizi bu kadar olağanüstü hissettirebilir?"

Çok sevdiğim Owen Wilson ve Jennifer Aniston'dan muhteşem performanslarla izlediğim "Marley and Me" nin sonundan bir kaç cümle... Ama filmin asıl eğlencesi Marley'si yani köpeği. Baştan sonuna kadar eğlendiriyor. Ta ki sonu gelene dek. Sonunda öyle sahneler var ki evet oturup ağzım burnuma karışana kadar ağladım. Gözlerim kızardı. Durumu anlamayan Azis'in kucağıma yerleşip şaşkın şaşkın yüzüme bakması bile neşelendirmedi.

İlk izleyişimde cesaret edememiştim sonuna doğru gelen olayların sinyallerini alınca. Aklıma Münü'm gelmişti o zaman. 15 gününü böbrek yetmezliğinden klinikte geçiren ve bu yüzden bunalıma giren Münü'm.  Uğruna insülin yapmayı bile öğrendiğim ve bir tarafına felç inmesine rağmen, diğer tarafıyla inatla kumuna kadar yürümeye çalışan Münü'mdü o benim. Ne acıdır ki bir veteriner hekim hatasına kurban verdiğimizde henüz 9 aylıktı. Filmin sonuna gelince bunlar canlanıverdi birden gözümde. Marley ile birleşince bir de... Sonra tabii kıpkırmızı bir yüz, kırmızı venefes almak için uğruşan bir burun ve ben kaldık başbaşa...


Hayatında bir hayvana gülümseyerek bakmayı becerememiş, ruhunda bunu hissedememiş herhangi biri için bu film basit, sıkıcı ve sıradan... Ve iki dakika durup, bir sokak köpeğinin başını okşayabilen, ona gülümseyebilen, evine her akşam gittiğinde ilk yaptığı şey evindeki canlıların nazını çekmek olan biri için ise sonuna kadar keyifli, sonu hüzün dolu bir film.

Owen Wilson öylesine güzel oynamış ki; Marley onun köpeğiymiş hatta benim köpeğimmiş gibi hissettim.

Bu filmi hem izleyin, hem izlemeyin... Karar sizin...

10 Aralık 2009 Perşembe

Mutlu Yıllara Heidi'm :)

Yarın benim canım annemin doğum günü. Ama bu defa annem evde değil, aileden çok sevdiğimiz birinin ameliyatı için İzmir'de. Ev annesiz cidden çekilmiyormuş. Hiç yemekle alakası yok ama bu durumun. 500 tane soru soran yok kapıdan girince, üstünü değiş de öyle otur diye söylenen yok, kızları şikayet eden yok,... Böyle sessiz,karışan eden yok. Hiç sevmedim evin bu halini... Dedim ya annesiz ev eve benzemiyor.




 Annemle en keyif aldığımız şey birlikte gittiğimiz tatiller. Neresi olduğu önemli değil.  Neden mi? Kendisi öz sarışın. Küçükken komik derecede platin sarısıymış. Şimdi de sarışınlığının verdiği çabucak kızaran harika kırmızı yanakları var. (nazar değmesin)  Küçükken Heidi gibi olmamın sebebi annemdir. Şimdi de alnımda Türk yazmasına rağmen, her türlü tatilde görevlilerin "Hallo" diye yanımıza yaklaşmalarının sebebi de yine kendisidir. Sayesinde turist sanıldığımız için az kazıklamaya kalkmadılar bizi :)

Ben ileride annesine benzemekten şiddetle kaçınan, lafına bile dayanamayanlardan değilim. Mümkünse aynı annem gibi olmak istiyorum. Seviyorum her halini... Üzgünsem sormadan beni en rahatlatan şeyi yapıp, yanımda yatmasını severim en çok. Neye ne kadar üzülürsem üzüleyim bilirim annemle herşey öyle ya da böyle geçer gider hayatımdan.  Mutluysam, yaptığım saçma esprilerde bile eğlenir o benimle. Yorgunsam anlar hemen halimden.  Hastaysam her anne gibi zorla ittire kaktıra yemek yedirir. Normal günlerde bile "tamam anne, bu kadar yeter" cümlesinin üzerine 3 kepçe daha yemek gelir.

Ama en bomba hali Fenerbahçe maçlarında görülür annemin. Hele yıllar önce Nobre'nin attığı bir golde 3 basamak inip, sevinmesine ağabeyimle yıkılarak güldüğümüzü hatırlıyorum. (Sonradan bunun şehir efsanesi olduğunu iddia etse de iş işten geçmişti.)



Kendisi de bir blogger olan canım annemin doğum gününü kutlamak istedim. Hoş o şu an hastanede, bunu uzun zaman sonra okuyabilecek ama olsun. Bu yazıyı okuyup da mutlu olacağından eminim.

Mutlu yıllara anneciğim :)

4 Aralık 2009 Cuma

Acaip İşler Müdürlüğü


Hayatımda iş anlamında bir değişime girdim, Allah sonumu hayretsin diyorum :)

Neyse haliyle uzun süredir uzağında kaldığım devlet dairesi işlerine el atmam gerekti bugün. Hay sabır!

Nüfus cüzdan örneği ve ikametgah almam gerekiyor. Listede yanında Nüfus Müdürlüğü yazıyordu. Gittim Nüfus Müdürlüğü'ne. İşte burası bomba. Nüfus Müdürlüğü nüfuz cüzdan örneği vermiyor!!! Ciddiyim. Anlamsız işte ama bu belgeyi muhtarlık veriyormuş :) Anlamadım ki ben Nüfus Cüzdan örneğini neden Nüfus Müdürlüğü vermez de muhtarlık verir. "İyi tamam" dedim, nasıl olsa ona da "muhtarlık" derler diye ikametgah belgesi sordum. Verebiliyormuş.

Kısacası Nüfus Müdürlüğü nüfus cüzdan örneği vermezken, ikametgah belgesi veriyor! Perhiz ve lahana turşusu kısmına girmeyelim.

Arkadaş ayağı


İnsanın en iyi arkadaşı hayvanlardır. Kazık konusunda sorun yaşamazsınız. Nankör falan da değillerdir. Nankörlerse de insan kadar yüksek değildir seviyeleri.

Bazı insanlara kol kanat gerip, yeniden özgüvenini kazandırma çalışmalarıma artık noktayı koyuyorum. Hayır sonra salak yerine konuyorsun.

Sevgilisinden yediği kazık yüzünden aylarca kendi hayatını zehir eder. Ağlar, sızlar, bela okur, küfreder... Gecesi gündüzü olmaz. Hep sabırla bunu atlatacağını, herşeyin düzelmesi için kendisine biraz zaman vermesi gerektiğini, bu konuyu düşünmemek için kendisine güzel bir uğraş bulması gerektiğini anlatırsın. Yeri gelir arkadaşlarınla eğlendiğin yerden kalkar 1 saat telefonu kulağına yağıştırır, burnunu çeke çeke ağlamasını dinlersin.

Ama bir gün işi seninle bitiverir. Her akşam arayan, "iyi ki dostumsun", "iyi ki varsın" dediği kişi sıradanlaşıveriri. Özgüveni yerine gelmiştir. Kendisine vampire kazık çakar gibi dünyanın yükünü yükleyen adam ne yapar eder kızı kandırır. Kız da eski sevgiliyi yeniden hayatına alıverir. Bu büyük gelişmeyi sana yalanlarla inkar ederek anlatır. Üstüne bir de seni çoktan embesil yerine koymuştur bile.

"Olmaz onunla asla p...", "defolsun gitsin, gezsin onunla bununla" cümleleri ne olmuştur bilinmez. Anlarsın ki sorunu özgüveninin düşmesinde değil, kişiliğindedir. O zaman bu tür insanlara uygulanacak tek şey vardır: uzaklaştırmak...

İki gün önce onun için söylediklerinin arkasında duramıyorsan bir zahmet ikile canım. Kalabalık etme ortalıkta!

Arkadaşlıkmış, hangi arkadaşlık? Senin en yüce varlığın seni önce herkesin gözleri önünde aldatan, sonra bunu gözler önünde yapan, dönüp bin takla atan adamı sen hayatına al. Hayır ne yaparsan yap da aylarca neden beynimi yersin be kadın? Çok mu zordu "o bunları yaptı ama ben onu seviyorum" diyebilmek. Sen daha kendinden kaçan bir kişilik sergilerken, benden götürmekten başka fonksiyonun yok bu hayatta. Haydi sağdan!

1 Aralık 2009 Salı

1 Aralık Günlük Yeme İçme Listesi



Bugünden itibaren 15 gün boyunca yediklerimi, içtiklerimi ve yaptığım aktiviteleri not almak zorundayım. Yine sonu hüsranla bitecek 4 kilo alma yolunda diyetisyen denetimine gireceğim. Bakalım neler olacak... Bu defa yediğim,içtiğim herşeyi buraya not alacağım. Defter tutmak falan hikaye oluyor genelde.Sonra doktorda aa 3 günün notu yok diyoruz. Birileri kesin takip eder. Hem bir 34 beden ne yer, ne içer öğrenirsiniz. Hem de yazmayı unutursam kesin hatırlatan birileri olur.

Bugün:


Kahvaltıda: mantarlı börek, 2 fincan 3 şekerli çay, biri peynirli-maydanozlu, diğeri çilek reçelli iki krep, domates-salatalık-nane ve maydanozdan oluşan salata, 8 siyah zeytin...

Öğle yemeğinde: 1,5 porsiyon peynirli ve fesleğenli makarna, 1 tabak ton balıklı salata, 1 kase yoğurt, tulumba tatlısı

Ara: 2 dilim cevizli mozaik pasta, portakal suyu

Ara: Kuru kayısı, fındık, kuru üzüm ve kuru incirden oluşan çerez tabağı

Akşam yemeği: Hamsi tava, limonlu deniz börülcesi salatası, közlenmiş zeytinyağlı kırmızı biber, tere-roka tabağı

Ara: fırından çıkmasını beklediğim kakaolu muffinlerden 2-3 tan, yanında büyük bir bardak süt

Gece: Yarım ekmek salam, peynir, domates, turşu, marul, maydanoz ve naneli sandviç

Yatmadan önce: Sevgilinin aldığı fındıklı Beyoğlu çikolatasının hepsi (yaklaşık 5 bar)


P.S: Cola alışkanlığımı bıraktım. Yaklaşık 2 aydır sadece haftada 1 gün 1 bardak Cola içiyorum. O da istediğim içeceği bulamazsam. Midem nasıl rahatladı anlatamam. Gerçekten Cola'nın mide huzuru için çok zararlı bir içecek olduğunu anladım.


Aktiviteler: Bu arada 8,5 saat uyudum. Günümün yarısından çoğu evde geçti. Ancak 3 saat boyunca alışveriş için sürekli yürüdüğüm bir aktivitem oldu.

Bisküvim kayboldu, hükümsüzdür!

Blog,

Az önce kötü bir haber aldım, inanmadım bir de gözlerimle gördüm. Sen hatırlamazsın ama Pazarlama Cadısı hatırlar çok sevdiğimiz bir blog vardı: Vintage Biscuit Blogu ayrı, blog yazarı ayrı deliydi... Ama severdik kendilerini biz.

Bir kere deyim yerindeyse çok "harbi" kızdı. Seviyorsa "seviyorum lennn"derdi,

Komşu teyzelere takardı kafayı arada.

Sıkı Fenerliydi, geçen sene şampiyon olunca Bağdat Caddesi'nde kudurma hayallerimiz vardı,takım yamuk yaptı.

Büsküü bir yere gitmek zorunda kalınca kedisi Dumdum'u özlerdi, kendi kedimi özlemiş gibi olurdum.Dumdum tam bahçe kedisiydi, bence Polat'tan daha mafyavariydi.(Bu arada belki de o kadar değildir ne bileyim görünüşte Dumdum bana daha mafyamsı geliyor işte)

Fena müzik dinler kendisi. Placebo delisidir ki bu özelliğini pek severim.

Ama herşeyden önemlisi muhteşem bir moda blogunun yazarıdır. Zaten işi de aynı şekilde. Vintage modasının Türkiye'deki en eğlenceli blogunu yazardı. Çekmiş gitmiş. Hayret bir şey! Çok sinirlendim sana Büsküüü! Duydun mu beni?

İzleyip izleyip güldüğün kadın programlarına çıkıp arattırma beni. "Büsküü gibiydi kızım,evden ekmek almaya diye çıktı." Fintaç Büsküüü son defa söylüyorum, yüksek mercilere yöneltme beni yuvana bloguna geri dön!

30 Kasım 2009 Pazartesi

Dağdan Gelir Bir Kız Döne Döne

Blog,

Evet ben bildiğimiz iradesizlerdenim. Hani bildiğimiz, içinden "yapmayacağım" diye 5 saniye duramayanlardan. Bu Threadless öz irademe saygımı kaybettirdi. Kendimden geçtim yine.







 
İşin komiği ne zaman bir tshirt beğensem "reprint" olur. Deli eder adamı... Neyse ki beğendiklerimin % 90' ı o durumdaydı da, ucuz kurtardım. Ama sevgiliye ve ağabeye güzel tshirtler aldım.


Tamam, tamam arada kendime de çıkardım bir tane. Bir taneden bir şey olmaz değil mi? Olmaz olmaz, yok gerçekten olmaz. Olmaz de bana blog! Yukarıdaki benimki...

27 Kasım 2009 Cuma

Brugge


Colin Farrell'ın oynadığı, 2008 yılında 13 ödül kazanan ve Oscar!a aday olan film "In Bruges" u çok severim. O filmin bana getirdiği başka bir istek ise Brugge'u görmek. Küçük Avrupa şehirlerini büyüklerine tercih ederim. Paris'i görmektense Strasbourg'u görmek, Berlin'e gitmektense Weimar'ı gezmek gibi Belçika'nın bu küçücük tarihi hep liman şehri olmakla kalmış şehrini görmeyi çok istiyorum.


Tarihinde biraz Roma, biraz Almanya, biraz Hollanda izlerini taşıyan bu küçük şehrin tamamı liman ticaretine bağlı tarihi öyle bir pazarlanıyor ki gitmeden neler göreceğinizi düşlemeye başlıyorsunuz. Hani bizimki gibi bir tarihleri olsa havalarda uçuşurlarmış. Oysa klasik Avrupa şehirleri gibi en çok vurguladıkları şeyler müzeleri , parkları ve kanallarından ibaret.


Bulduğum ilk fırsatta bu küçük şehri gezip kendi fotoğraflarımı paylaşmayı diliyorum. :)

24 Kasım 2009 Salı

Bir Öğretmenle Yaşamak


Öğretmenler hayatımızın her yerindeler... Ana okulundan üniversiteye kadar. Dahası bir öğretmen çocuğuysan, okuldan sonra da devam eder öğretmenle hayat.

Küçükken okuldan çıkıp evde rahat etmek diye bir kavramın olmaz. Daha yemeği yer yemez dikilir başına "ödevlerine bakalım" diye. Oflayıp puflamak çare değildir.

Okulda yaptığın her türlü yaramazlıktan hemen haberi olur. Çünkü sınıf öğretmenin kankasıdır. 1. sınıfta aşıdan kaçayım dersen, hayatının hatasını yaparsın.  Yakalandığın yetmez gibi ilk aşıyı yiyen de sen olursun. Diğer taraftan aşıdan korkuyorsan, diğer çocukların aksine annen hemen yanındadır.

Bu arada, öğretmenler odasının önünden geçerken, bir el seni tutup içeri çekerse sadece bir kere korkarsın. Çünkü bu içeri çekilme, öğretmenler odasındaki muhteşem kekli börekli tenefüsten faydalanman için annen tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu arada diğer öğretmen çocuklarıyla da ilk defa burada tanışırsın, sonra kankan olurlar. Diğer çocuklar simit kemirip, kantin sırası beklerken sen ev yapımı kek, börek, çörek yersin.

Bu işin en kötü tarafı, her yazılı notunu senden önce öğrenir. Ama diğer taraftan veli toplantısından hayatta korkmazsın.


Ha bu arada evdeki herşeyi öğretmenine anlatır. Örneğin, çocukken kahvaltıda yumurta yemeyen iki kardeştik. İğrenç kokardı burnuma ki hala da öyle kokar. Zorla yumurta yediremeyince öğretmenime söylerdi. Öğretmenim de gelip, şöyle bir sınıfa göz atar ve "Burcu, bugün yumurta yemedin mi? Gördüm ben." derdi. Nerden gördüğü bu olayın en bomba yeridir. Mutfaktaki prizden görbildiğini söyledikten sonraki 6 ay boyunca her sabah kahvaltıda ağlaya ağlaya yumurta yedim. Sonradan babam prizin yerini değiştirince yemekten kurtuldum. Yıllar sonra annemle, öğretmenim bunu anlatıp anlatıp güldüler bana.

Bu arada ağabeyim de benim öğretmenimin öğrencisiydi. Zavallı öğretmenimiz tam 10 sene bizim aileden kurtulamamış. Yine birinci sınıfta hiç zayıf almayan ağabeyim bir gün eve dönerken anneme "anne sınıfta ağlayanlar var. Zayıf almışlar. Neden ağlıyorlarki?" diye sorunca, bir sonraki sınavdan bil bakalım kim zayıf almış? Ve ağlayarak öğretmenler odasına koşturan zavallıya kıs kıs gülen iki öğretmen :)

Evet, annem merak ettiğimiz herşeyin cevabını yaşayarak öğrenmemizden yana olduğundan yaptı bunları...

Ama ilk okulun en güzel yanı, 5 sene boyunca hiç çanta taşımamış olmam. Hiç! Annem sağolsun, hep o taşırdı çantamı.

İlk okul bitince kurtulduk mu annemin bu hayatımız boyunca dalga geçen öğretmen arkadaşlarından? Hayır! Ağabeyimin ardından ben de Anadolu Lisesi'ne başladım. Tüm ilk okul hayatım aynen lisede de devam etti. Çünkü büyük bir kısım öğretmenin çocukları da bizim ilk okuldan çıkmaydı. Dolayısıyla öğretmenler yine annemin arkadaşlarıydı. Her şey anında olmasa da 5 dk gecikmeyle anneme gidiyordu elbette. Bu sayede annemden hiç bir şey saklamadan büyüyen bir çocuk oldum.  Ama çantamı kendim taşıdım ki bu illet bir durumdu.

Kısacası hayatımın en anlamlı insanlarından biri öğretmen! Herşeye rağmen bu ülkede hiç değer görmeyen, üç kuruşla hayatta kalma mücadelesi veren öğretmenlerden biri de benim annem. Yine de bilirim ki herşeye rağmen bugünün kutlanması onlar için çok anlamlıdır. Bu yüzden tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun!

17 Kasım 2009 Salı

Melek vs Şeytan

Evet şeytanla melek arasında gidip geliyorum. Çünkü ben hep şeytanı sevdim. Meleğin huzuru hep sinirimi bozdu benim. Ama bu defa şeytan ne kadar dürtse de beni, ilk defa melek de onunla başabaş mücadele edebiliyor. Bu savaşı kim kazanacak bilmiyorum ama bir an önce kazansa da kafamın içini rahat bıraksa...

Flora Whittemore'da der ki: “The doors we open and close each day decide the lives we live.

Her gün, her an yaptığımız herhangi bir hareket, bir anlık bir düşünce, herhangi bir anlık gafletimiz hayatımızı anında bambaşka bir noktaya götürebiliyor. Bir daha asla dönemeyeceğimiz bir yerlere gelmiş buluyoruz kendimizi. Nasıl oldu anlamadan...

"Live the moment" en sevdiğim ve en korktuğum şey bu yüzden. Anı yaşarken, geleceğimi hiç istemediğim bir şekle sokmak...

Bir de ciddi kararlar var. Almak istemediğim, mümkün olduğunca kaçıp saklandığım ama her yerde bulup sobeleyen cinsten. İşte çok uzun süredir kaçtığım her şey, alınması gereken her karar tam karşımda duruyor ve beni bu defa tam köşeye sıkıştırmayı başardı. Kaçacak yerim kalmadığına göre mecburum bu kararları almaya...



Adım attığım yerde almam gereken bir karar var. Büyüklü küçüklü kararlar. Zor ve riskli olan yolu her zaman sevdim. Hayatımı hep öyle yaşadım ama artık biraz daha huzur, daha fazla güven istiyorum. Belki daha az adrenalinle daha sağlam adımlar olsun istiyorum.

Zaman zaman çok istediğim, zaman zaman hiç de umursamadığım şeylere ulaşmak için bir adım sonrasını bilmediğim bir yola sapmakla, uğruna çok emek harcadığım mutlulukların hemen yanımda olacağı bir yolda şansımı denemek arasında gidip geliyorum. Öyle bir yol ayrımı ki hayat akışımın geri kalanını belirleyecek. Elbette meleğin söylediği gibi "hayatımın sonu" olmayacak. Ama şeytan bu, her şekilde kafa karıştıracak bir cümle buluyor buna karşılık...

Bu yüzden Theodore Hesburgh'un dediği gibi karar vermeye çalışıyorum: "My basic principle is that you don't make decisions because they are easy; you don't make them because they are cheap; you don't make them because they're popular; you make them because they're right."

Evim Güzel Evim

İnsanın evinden uzak olması fena bir şey... Ciddiyim. Tam olarak 5 haftadır evden uzaktayız. Annemle bundan sonra yaşayacağımız evi değiştirme kararı aldık. Haliyle annem bu kararla birlikte evin içerisinde bazı küçük (!) değişikliklere gitti. Yani ben küçük sanıyordum. Sadece mutfak ve banyo olarak başlayan tadilat yer karolarının ve parkelerinin değişimiyle devam ediyor. Bir de boya-badana işleri girdi araya ki off.

Bütün bu süre içinde ağabeyimin evinde kalıyoruz. Elbette kendi evimiz kadar rahatız ama insan iki üç evi birden evi gibi kabullenemiyor anlaşılan. "Yuva" dediğimiz şey tek olmalı. Kedileri de taşıdık oraya etkilenmesinler diye. Onlar bile 1 aydır yeni evlerine alışamadılar.

Tüm eşyalarım bir yerden başka bir yere taşınıyor. Haliyle her şey dolaplardan ve çekmecelerden, saklandıkları yerlerden çıktı. Kayboluşuna üzüldüğüm eşyalar, fotoğraflar ve elbette anılar...



Mesela yatak altından tam 18 tane fare çıktı. Oyuncak elbette. An Jin San'ın çok sevdiği ve her defasında kaybetti diye yenisi aldığımız tüm fareler meğer yatağın altında topluluk halinde duruyolarmış. O fareler onun için yakut değerinde. Öyle ki 24 saat oynamak isteyebilir. Hatta diğer ikisi oynayamasın diye yemek saatinde faresini su kabının içine atıyor. Yemeğini yedikten sonra faresini patileriyle sudan çıkarıyor ve oynamaya devam ediyor. Bugün hepsi bulununca deliye döndü birden. Aceleyle hepsini bir yerlere taşıyor yine. Diğer ikisi bulup oynayamasın onun farelerini :)

Bu süreç oldukça yorucu. Bir de yerleşme faslı var ki o gözümde fena büyüyor ve bu hafta bu fasıl başlayacak. Sadece kütüphanemin kitaplarını kolilerden çıkarmak bile beni bugün fena yordu.

Evinizin değerini bilin... "Home sweet home" diyebileceğim günleri görürüm umarım. 

8 Kasım 2009 Pazar

Miting Mi?

Kadıköy'de yaşayan biri olarak bu konudaki tek derdim her türlü mitingin ot kök demeden Kadıköy meydanda düzenlenmesi. Bir değil, iki değil... Hepsi burda!

Bugün de miting vardı.Neden? Kürtlere verilen hakların Alevilere de tanınması... Ya ben mi bu ülkede yaşamıyorum anlamadım. Bugüne dek kim kimi  ayrıştırdı diğerinden? Alevi Türk vatandaşı değil midir? Ama tabii "Kürt halkıyız" diyerek herşeyi sömürmeye meyilli, Kürtlerin bile kendi içlerine almak istemedikleri terörist kitleyi tepemize çıkaran zihniyet sağolsun, şimdi bütün etnik kökenler ayaklanacaklar.  Yakın zamanda sadece ve sadece Türk olan, bir etnik kökeni olmayan biz zavallılar kalacağız ortada!



Benim derdim bu da değil. Varsa bir ezilmişlikleri haklarını arasınlar elbette! Ama bakın bir şu görüntülere...

Şimdi her hakkını arayan Kadıköy sokaklarını mahvedip gitsin, bizim vergiler de bunlara mı gitsin anlamadım ben. Kendi hakkını ararken başkasının yaşam alanını deyim yerindeyse "boklayıp gitmek" nasıl bir yaklaşımdır?? Ben çözemedim. Çözebilen anlatsın!

6 Kasım 2009 Cuma

Azrail Jr.

Nasıl bir insanım, nasıl bir yaratılışım var gerçekten anlamıyorum.  Bu ara başımda bir küçük felaket bulutu esecek gibi yine.

Hani tek tek yaşandığında aklınızdan bile geçmez kötü düşünceli insanlardan gelecekler. Ama ne zaman mutlu olduğumu yazsam, bir sorun çıkıyor onu bozacak. Geçen haftadan beri saçma saçma küçük olaylar serisi var hayatımda.



Yeni bir komşumuzun evimize ziyarete gelip, "ayy ne güzel kediniz" nidalarıyla başladı her şey. Kedi ertesi gün insan gibi öksürmeye, insanlardan kaçmaya başladı. Nazara inanmak istemeyen bünyemiz ev değişikliğimiz yüzünden kediyi üşüttüğümüze yordu hemen olayı. Zavallı kedim 3 gündür antibiyotik tedavisi görüyor. Komşumuzun bayıldığı gözlerine günde 3 defa ilaç damlatıyoruz iltihabı için...

Sonra geçmişten pek de hoşuma gitmeyen bir şey öğrendim. Ardından işle ilgili güzel olabileceğini düşündüğüm bir gelişmeyi katil olmadan sonlandırmak için kendimi baya bir kastım.

Bu sabah erken saatlerde yüzümde bir sıcaklık hissederek uyandım. Hayatımda son 2 seneye kadar hiç kanamayan burnum kanıyordu. Gün içinde aralıklarla kanamaya devam etti. Ne yaparsam yapayım kanadı. Kitap okurken, yazarken, ... Anne tavsiyesi ile kafamı öne doğru eğmeyeceğim bir aktivite yapıp TV karşısına kuruldum CSI izlemeye. Onda bile rahat vermedi.  Bir de bir kaç damla kanayıp bitiyor. Tam yerimden kalkıyorum, duruyor.

Ha veteriner dönüşü annemle bindiğimiz taksinin bir minibüsle çarpışmasından bahsetmiyorum.

Etrafımızda dönen bir Jr Azrail var anlaşılan. İşinde pek başarılı değil ama rahatsızlık vermekte oldukça uzman.

p.s.: Sevgilimin aldığı nazar boncuklu bileklikleri bugün ellerimi yıkarken çıkarıp, takmayı unutmuşum. Alaka kurmamaya çalışıyorum. Paranoyaklaşıyorum galiba :)

5 Kasım 2009 Perşembe

Undo

Dün bir tesadüf eseri öğrendim, bir an öyle donuk kalakalmışım. Sonra üzüldüm, biraz kızdım. Ardından empati kurabildim. O zaman nötrlendi hissettiklerim.

Kanser teşhisinden itibaren 6 ay kadar tedavi gördü babam. 4 ayında ben İstanbul dışında okulda olduğumdan sadece 2 kere görüşebildik. Son 23 gününde evimizdeydi babam.

Babamın hastalığını bildiğim halde, durumunun ümitsiz olduğunu ve hastalığının son evresinde olduğunu, kısacası ölümünün beklendiğini ben hariç herkes biliyormuş ailede. Herkes "iyileşecek" derken gözlerime baka baka yalan söylemiş meğer.

Deliler gibi güvendiğim ailem benden saklama kararı almış. Kızmak, sinirlenmek, ne diyeceğini bilememek hepsi ardı ardına geldi. Bir kaç dakika içinde hepsini yaşayıp ardından bir anda sakinleştim ve kendimi yerlerine koydum. Ne 13 yaşında hayatı cıvıl cıvıl olan kızıma babasının artık fazla ömrünün kalmadığını söyleyecek bir anne olabilirdim, ne de küçük kardeşine bu durumu açıklamak zorunda kalacak bir ağabey... Kızamadım. Ben de yapamazdım. Kimbilir onların kabullenmeleri ne kadar zaman aldı? Soramadım. O kadar inanmıştım ki babamın iyileşeceğine, her sabah sevdiği adamın gün içinde biraz daha eriyeceğini, biraz daha zayıflayacağını ve daha çok ağrı - acı çekeceğini bilerek güne uyanan annemin kafasında dönen "ne zaman" sorusunu göremedim.

Kızamadım, ağzımı dahi açamadım. Zar zor "olsun" diyebildim. "Yeterince güzel anımız var" Yine de o an hayatımda bir "undo" tuşu olsun, bu kararı geri alabilelim istedim!Bilseydim ne olurdu ki? Babamı daha fazla yaşatamayacaktım. Belki her gün onunla birlikte benim de hayatımda bir şeyler eriyecekti. Bilseydim?

Bilseydim... 4 ay ayrı kalmazdık. Evet, okul ve dersler ters dönerdi. Belki sınıfta bile kalırdım. Şimdi olduğum yerde olamazdım ama babamla geçirdiğim 4 ay hepsine değerdi.

Bilseydim... 13 yaşında bir kız olarak her gün içgüdülerimle kavga etmezdim kendi içimde. Her gün "babam ölecek mi?" sorusunun çınladığı beynimde kendi kendime pozitif duygular aşılayabilmek için çırpınmazdım.

Bilseydim... Öyle ya da böyle biraz daha hazır olurdum hayatımda en sevdiğim erkeğin ölümüne.

Bilseydim... Yatıp dinlenirse daha çabuk iyileşir diye düşündüğüm için vazgeçtiğim herşeyi yapardım onunla. Daha fazla film izler, daha fazla şımarır, alabildiğim kadar çok sevgi ve öpücük alırdım babamdan.

Bilseydim... Daha fazla günümüzün olmadığını... Ona sormak istediğim herşeyi sorardım.

Bilseydim... Daha fazla fotoğrafımız olurdu yüzünü unutmaya başladığımı farkettiğimde bakmak için... Hatta belki bir video kaydımız olurdu şimdi tamamen unuttuğum sesini ihtiyacım olduğunda duymak için...

Bilseydim... Bilmiyordum. Belki böylesi daha iyiydi. Yine de bir "undo" isterdim.

9 Ekim 2009 Cuma

İyiler Her Zaman Kazanmaz, Çünkü Sayıları sadece 4

Anlamıyorum, anlamak istemiyorum...

Sadece 2 aylık küçücük bir kedinin boğazını kesip cami avlusuna atmanın mantığını anlamıyorum. Artık güçlü falan hissetmiyorum kendimi.

Bunu okuyup,hayvan seven, oturduğu yerden "ah vah" demeyen gerçekten harekete geçecek kişilere acil ihtiyaç var. Maddi ve manevi...

1 yıldan fazladır sadece 4 kişi Fatih Camii'ne atılan, büyüklü küçüklü,hastalıklı sağlam yavrulara bakıp tedavi ettirmeye ve artık zarar görmeyecekleri yaşam alanları bulmaya çalışıyorlar.

Hayvan sevmek bu ülkede dışarıdan "ay canıımm" demek. Kaç defa barınağa gittiniz ve üst üste yaşayan köpeklerin hayatlarına 5 dk tanıklık ettiniz? Sadece sokakta kaldırımda yattığı için ağzına tekme atılarak çenesi parçalanan köpek gördünüz mü mesela? Sokaklardan alınıp aç susuz ormana atılanlardan bahsedemiyorum bile.

Sadece 15dk ayırıp Ezber adlı şu kısa filmi izleyin. Bugüne dek hiçbir cümle sokak hayvanlarına yapılan işkenceyi ve barınak gerçeklerini bu kadar çırılçıplak anlatamadı. Bu filmi içiniz cız etmeden izleyebiliyorsanız yazının gerisini okumayın bile...

Lütfen yerlerinizden kalkın ve "ayyy yazııık" demekten öteye geçin. Haftada sadece 1 gün Fatih Camii'ne bakın. Bir barınağa gönüllü olun. Eminim, yemek yedirilmesi gereken ve bunu kendi başına başaramayan kanserli ve yaşlı bir köpek, felçli bir kedi vardır. Haftada bir gün bir fincan kahve eksik içip bunu bir hayvanın ameliyatına bağışlayın. Herkesin yapacak bir şeyleri var!Ama sonra değil, hemen bugün!

Fatih Camii'sine atılmaya devam eden, hastalanan kedilere yardım eden bu gruba üye olup, neler yapacağınıza göz atarak başlayın.

Bu bir film değil. Filmlerin sonunda iyiler kazanır. Bizim dünyamız kötülere emanet! Kötülere karşı bir avuç iyi çırpınarak bir şey yapamaz. İleride kedi ve köpekleri ucube şekillerde çocuklarımıza göstermekten hoşlanmayız sanırım. Dahası böyle giderse sadece kitaplarda, internette görebilecekler! İyilerdenseniz artık harekete geçin!

Bu kadar aç insan, hasta insan sahnesi sergileyecek gerizekalılardansanız uzak durun! Gidip kendi kendinize başınızı kuma gömüp, boş konuşmaya devam edin! Çünkü böyle cümleler kuran kimsenin de o insanlara yardım ettiklerini görmedim!


5 milyar dolar mı, tahıllı simit mi?

Size bir 34 bedenin en büyük sırlarından birini veriyorum: Sürekli yemek... Saat 02:10'da bile...

Ve bir 34 beden aslında size az veya normakl yiyormuş gibi görünse de aldanmayın. İşin sırrı sürekli atıştırıyor olmasında. Sürekli!

Kahvaltı eder, kahvaltıdan öğle yemeğine kadar geçen sürede sürekli bir şeyler yer. Çikolata, bir dilim Nutellalı ekmek, kavun,... Buzdolabını nedensizce açar karşısına geçip şöyle bir süzer, o an gözüne kestirdiğini alır.

İşte aynen bu şekilde toplantıdan çıktım, taksiye bindim. Çikolata yedim. Vapura bindiğimde canım elma suyu istedi. Onu da içtim. Ama vapurdan inip Akmar tarafına geldiğimde bir koku alıyormuş gibi hissettim.Ne kokusu bilemeyince oralarda gezinmeye başladım. Ve o sırada Komsu Fırın'a yaklaştığımı farkettim. Komşu Fırın, bir dönem takıntılı olduğum Beyaz Fırın'ın yerini aldı bile. Nedenini bilmiyorum. Bana çok daha sıcak ve sevimli geliyor. Tamamen içgüdüsel.

Komşu Fırın'ın en sevdiğim ürünü ise tahıllı simitleri... Çok sokak simitçisi delisi olmama rağmen ilk defa bir fırınının simitlerine bayıldım. Kendimi hemen attım içeri. Veee... Hayal kırıklığı. Görünürde hiç tahıllı simit yoktu. Ağladım ağlayacağım. Oysa pek çok yiyeceğe böyle bir aşk beslemem. Tüm yemekler birbirinin yerini alabilirler benim için. Tam suratım asılmıştı ki, fırından sıcak sıcak tahıllı simitler çıktı. İşte o an "tamam şimdi de 5 milyar dolar istiyorum" gibi iğrenç espriler yaptım kendime. O anda düşündüm de, o saniye bana 5 milyar dolar da verseler o tahıllı simite değişmezdim sanırım :) Ve ilginçtir benden önce kasaya gelmiş olan 3 kişi de 3-4 adet tahıllı simit aldı. O kokuyu duyup almamak mümkün değildi. 3 tane de ben aldım. Aslında bir simit için büyükçeler. Eve gelene kadar ki maksimum 10 dk sürmüştür, bir tanesi bitmişti bile.

Kendime şöyle harika bir çay demledim ve simitin yanına peynir,domates,zeytin gibi yan besinlerle TV karşısına kuruldum. Bu arada simitin ne kadar lezzetli olduğunun diğer bir göstergesi de aslında maması dışında hemen hemen hiç bir yiyeceği sevmeyen An Jin San'ın bile bir lokma simit için taklalar atması...

Kısaca aslında yolunuz Komşu Fırın'a düşerse, tahıllı simitler almadan geçmeyin derim.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Yeşil Cin Kızağı

Yepyeni bir yaş başlıyor bugün... Ve ben bu biten yaşı o kadar sevdim ki bir diğerine geçmeyi bir tarafım istiyor, diğer tarafım istemiyor. Çünkü o yaş bana o kadar güzel şeyler getirdi ki, ona minnettarım :)

Sahip olduğum aile için minnettarım. Onları bana veren her kimse, ona teşekkür ediyorum her gün.

Annem'e, beni hayata taşıdığı ve hazırladığı için, bu kadar güçlü ve mutlu olmamı sağladığı için, 27 yaşıma rağmen hastayken hala başımı beklediği için, beni hala küçük bir çocuk gibi şımarttığı için, benimle birlikte çocuk olduğu tüm zamanlar için, arkadaşım gibi oturup benimle sabaha kadar dertleştiği için, mutlu olduğum her şeyde mutlu olduğu için, her sorunumu dikkatle dinlediği için, ve sayamadığım her şey için... Teşekkürler

Ağabeyime... standartların dışında bir ağabey olduğu için, hayatımı asla sorgulamadığı ve saygı duyduğu için, hayatım boyunca sahip olduğum en iyi arkadaşım olduğu için, yürüdüğü yolda karşısına çıkan her zorluğu aşacak kadar sabırlı, iradeli ve idealist olduğu için, ihtiyaç duyduğum her zaman yanımda olduğu için, beni Fenerbahçeli olarak yetiştirdiği için, harika bir erkek olduğu için...teşekkürler

Sevgilime... Bana mutluluk dolu harika bir ilişki yaşattığı için, benimle hayatını paylaştığı için, her zaman yanımda olduğu için ve harika bir adam olduğu için...

Chenni... You are the master of all times :) Thanks for being there whenever i needed. Thanks for all freaky years together, i can never forget. You are the fav. homemate, fav. friend, fav. Japanese :) Just stay there, in my life...

Bianca... A perfect girl, a strong one i have ever met. Even you moved to London, the memories are still here around. Just stay in touch girly, we have some promises to keep ;)

Aslı'm... Her zamanki Aslı olarak kaldığın için, her zaman yanımda olduğun için, görüşmediğimiz uzun aralıklarda dırdır etmediğin için, beni cesaretlendirdiğin için... Ve neyse ki "gel gel sarışınım" ı bir şekilde söylemeyi bıraktığın için :)

Şimdi yepyeni bir yaş geliyor ve yepyeni deneyimler. Sevdiklerim sabit kalsın ve sıkı tutunsun :)

Bu arada bana yeşil cin kızağı alan da olmadı hala :)

2 Ekim 2009 Cuma

Gerçek Vampirler: "The Vampire Diaries"

5-6 yaşından beri korku filmi izlediğimden (önceleri ağabey özentiliğinden) sonra keyifli hale gelmeye başladığından vampirler konusunda iyiyimdir. Mesela gelmiş geçmiş 2 tane başarılı vampir öyküsü vardır benim için: Biri Stephan King tarafından yazılan Salem's Lot, diğeri ise henüz sinemaya uyarlanmamış olan Ben Strahd.

Bunlar dışında bugüne dek yapılan tüm filmler,diziler bana artık komik ve eğlenceli geliyor. En son etrafımda çok fazla fanı olan "True Blood" bir parça vampir öyküsüne yaklaşmış olsa da, daha çok korku-gerilim filmi izleyemeyenler için soft-vampir dizisi olarak konumlandı. Kadın başrol oyuncusunun salaklığı bezdirdiğinden, vampir ağabeyin de 2. sınıf vampir gibi davranmasından sıkılıp diziyi 2. sezonda bıraktım.


Dün tesadüfen yeni başlayan bir diziye denk geldim: "The Vampire Diaries" 2009 yapımı. Oldukça güzel başladı ilk bölüm. Vampirlerin geçmişleri, kan gördüklerinde geçirdikleri değişimler oldukça başarılı. Özellikle arasında çatışma olan 2 kardeş vampir oldukça başarılı.

Yorumlar ilginç tabii. İlk 3 bölümün çok başarılı olduğu fakat sonrasında dizinin daha çok karakterler etrafında dönmesinin baydığı söyleniyor. Yine de oldukça başarılı 2 vampir için izlemeye değer...

Vampirlerimizden biri Ian Somerhalder... Kendisini pek çok filmden ve diziden hatırlarsınız. En son Lost, Smallville, CSI Miami, Law&Order bunlardan bazıları...


Diğer vampirimiz ise Paul Wesley... Onu da Army Wives, 24, Cold Case, Law&Order: SVU, CSI Miami, The O.C., Smallville gibi dizilerden hatırlarsınız.

Henüz ilk bölümü izledim ama dizi gelecek vaad ediyor gibi.
Reblog this post [with Zemanta]

Ne Yedim Listesi: 01.10.2009

Hastayım ve huysuzum ya bir de annem, anneannemle teyzemi fizik tedaviye götürüyor. İyice bir sinirleniyorum sabahları. Hastayım, kahvaltı hazırlayanım yok.

Bu sabah üşendim ve Marmaris Büfe'yi dahil ettim işin içine. Şöyle beyaz peynirli, domatesli, kimyonlu büyükçe bir tost ve yanında Leyla istedim. Leyla, Marmaris Büfe'nin en sevdiğim tostu. İçi eritilmiş nutella, muz dilimleri ve fındık kaynıyor. Ekmeği tost halinde sunuyorlar. Muhteşemdir!

Peynirli tostun yanında bir bardak muzlu süt ve bir bardak taze portakal suyu istedim. Leyla ile de yine Marmaris Büfe' nin süper karışımı Atom (Süt, muz, çikolata, bal) içmeyi tercih ettim.

Yemeğe kadar her zamanki klasik çay yanında Hanımeller bisküvi atıştırmamı yaptım.

Öğle yemeğime ev halkı yetişti neyseki. Mantarlı tavuk sote, pilav ve salata yedim.

Ardından yaklaşık yarım kilo Vişneli Carte D'or gitti mideme. Ardından da colayı bırakmaya çalıştığım için 2 fincan çay gitmiş.

Akşam yemeğine ağabey beklemek beni benden alıp götüren bir aktivite. O yüzden o arada iki dilim süzme yoğurtlu ekmek yedim.

Akşam yemeğinde de brokoli salatası, zeytinyağlı taze fasulye, makarna, yoğurt ve salata yedim.

Tabii tüm öğünlerde en az 2 dilim ekmek var. Kepekli falan değil. Bildiğimiz beyaz ekmek.

Akşam yine hastayım diye sıkılıp getirilen 1 bardak portakal &greyfurt suyunu içtim.

Şimdi ise saat 01:30 ve ben yine acıktım. Yarım ekmek sandviç yiyip, yeni başlayan ve güzel olması için dua ettiğim The Vampire Diaries'in ilk bölümünü izleyeceğim.

Tüm bunları yiyerek 34 beden kalabilirsiniz :) Yerseniz...

Mikrop Yuvası

Nerdeyse bayramdan beri hastayım. Her sene bir defa kesin geçirdiğim üst solunum yolu enfeksiyonum... Birinden grip, nezle mikrobu kapmamla başlıyor. Bu sayede her sene boynumda tam da kırılan boyun omurlarımın üstündeki bezeler şişiyor, tam başa bela...

Daha 1 hafta ancak olmasına rağmen, sanki yıllardır evdeymişim gibi hissetmeye başladım. Sıkıntı geldi bana evde oturmaktan. Otur, otur, yatamıyorum da... Uykuya bayılan biri için bile kabus gibi evde olmak... Okumadığım onlarca kitap, yazmak isteyip zamansızlıktan yazamadığım onlarca blog yazım, tezim, izlemediğim onlarca filmim olmasına rağmen hiç bir şey yapamıyorum. Anladım ki evde oturarak bu hastalık beni daha da huysuz ve çekilmez hale getiriyor. Zaten dünden beri iyileşme sürecindeyim. Yarın normal hayatıma döneceğim. İsyan ettim sonunda!

Neyse bu arada evde oturup bir yandan müzik dinleyen, bir yandan çalışan, bir yandan TV izleyen biri olarak tesadüfen bir kanalda rastladım bu albüme. Asıl mesleği psikologluk olan, ancak küçük yaştan beri djlik yapan DJ Cenk Erdem'in "Şifa Niyetine: İyileştiren Şarkılar"ı. Tabii bu iyileşme benim durumumla alakasız, ruhsal iyileşme...



DJ insan ruhuna iyi gelebileceğini düşündüğü şarkıları toparlamış. Albümdeki tüm şarkıların ortak özelliği seslendirenlerin gerçekten iyi ve eşsiz seslere sahip olmaları, şarkıların sözlerinin anlamlı olması ve dinlerken ruhu daraltmayan ritimlerden oluşmasıymış.

Bunalımlı bir dönemden geçerken "asla ve asla ağlak ağlak şarkılar dinlemeyin" dedi, ona göre. Onun yerine ritimleri yumuşak, ses tonu güzel müzikleri tavsiye edermiş. Albüm D&R'da varmış, ben aradım bulamadım. Neyse ki sevgilim hepsini bir link altında toparladı bana. Hazır hastayken dinleme fırsatım oldu. Sonuç:

Rahatlatır mı öyle bir dönemde bilemem ama süper uyutuyor. Çok yumuşak tonlar, güzel sesler cidden. Siz de deneyin, yorumlayın derim.

Albümdeki şarkılar:
1. THE CRANBERRIES - ODE TO MY FAMILY.
2. JOAN OSBOURNE - ONE OF US.
3. GABRIELLE - OUT OF REACH.
4. ELVIS COSTELLO - SHE.
5. VANESSA WILLIAMS - BETCHA NEVER.
6. AMY WINEHOUSE - LOVE IS A LOSING GAME.
7. NELLY FURTADO - ALL GOOD THINGS .
8. INDIA ARIE - BEAUTIFUL.
9. DINAH WASHINGTON - MAD ABOUT THE BOY.
10. COLBIE CAILLAT - BUBBLY.
11. SHANIA TWAIN - YOU’RE STILL THE ONE.
12. SUZANNE VEGA - ROSEMARY.
13. STING - SHAPE OF MY HEART.
14. DUFFY - MERCY. EGO EMPOWERMENT:
15. ROBYN - WITH EVERY HEARTBEAT.


15 numara bilinçli olarak sona alınmış. Kalp atış sesi, insana anne karnından beri en huzur ve mutluluk aşılayan sesmiş. Hatta bir insanın tüm hayatı boyunca en mutlu ve en huzurlu hissettiği dönemler, anne karnında geçirdiği dönemlermiş. Annesinin kalp ritmleri ve sesi, bir insanın mutluluk hormunu salgılamasına neden oluyormuş. Sanırım bu yüzden hepimiz, en sorunlu, en mutsuz dönemlerimizde annemizin kollarında alıyoruz soluğu...

1 Ekim 2009 Perşembe

Şansını kendi yaratan kedi: Bluemoon'un hikayesi

Şansa inanır mısınız? Tesadüflere?

Ben inanırım şansa ve tesadüflere...

İşte bu hikaye gözlerini kaybettiği halde yaşama tutunarak kendi şansını yaratan kurt görünümlü yakışıklı bir kediciğin ve onun hayatına dokunan insanların hikayesi.

Onun göbek adı Şans. Aslında şansının yanı sıra hayata sımsıkı tutunmasıyla o başardı herşeyi. Biz, yani bu hikayede adı geçen diğer herkes, sadece yardım ettik.

Let's Adopt'tan V.'nin telefonuyla başladı her şey. Bostancı'da bir yavru kedi bulmuştu bir iş merkezinin görevlisi. O kadar kötü durumdaydı ki gözleri alıp besledi, veteriner kliniğine götürdü ama bir çözüm bulamadı. Sonra o iş merkezinde çalışan biri, bir arkadaşından yardım istedi. Arkadaşı Let's Adopt'ı tavsiye etti. Ve Anadolu yakasında olduğum için V. acil yardım istedi. İşte bizim bu küçükle 1,5 haftalık serüvenimiz böyle başladı.

O sırada ben Avrupa yakasında ofisteydim. Ve e-postamda aşağıdaki fotoğrafı görünce V.' nin neden bu kadar acele ettiğini anladım.İşimin bitmesine daha 2 saat vardı ve Zeus' u sahiplendiğimizden beri her derdimizin gözü kapalı tek çaresi Pet Nature'dan veteriner hekimimiz Serkan'ı aradım. Kediyi bulan kişi o akşam kediciği kliniğimize bıraktı. Ben de oradaydım.

Kedicik, küçük bir kutuda gelmişti. Çünkü gerçekten el kadardı ve gözleri inanılmaz derecede kötüydü. Yüzüne bakınca insanın içi acıyordu. O gece gözüme uyku girmedi desek yeridir. "Acaba canı yanıyor mu?Artık hiç mi görmeyecek" gibi sorularla döndüm de döndüm.

Ertesi gün Serkan'ı aradım hemen. "Gözlerin alınması gerekiyor, işlevini tamamen kaybetmiş" dedi. V. de söylemişti aynısını ama ben Serkan'dan duymadan inanmak istememiştim. Can sıkıcıydı. Daha 5 haftalıktı ve gözleri hayatı boyunca olmayacaktı. Işıksız bir hayat?

Gözlerindeki iltihap kuruyana dek klinikte iyi bir bakımla antibiyotik tedavisi uygulandı. Her gün görmeye gidiyordum. İlk günlerde gözlerine bakmak bile o kadar zordu ki kucağıma alırsam canını yakarım diye düşünüyordum. Sadece seviyordum. Özel bir odası ve kendine oldukça büyük gelen bir kafesi vardı bücürüğün. Odayı kendisinin yaklaşık 20 katı kadar büyük olan Kıtır ile paylaşıyordu. Odaya ne zaman girsem Kıtır önce beni sev diye bağırıyordu. Kıtır'la sohbetin ardından Bluemoon'a ilgi gösterebiliyordum.



Ameliyat günü uzun bir süre arayamadım Serkan'ı. Korktum narkozdan çıkamazsa diye. Sonunda cesaretimi toplayıp aradığımda henüz çıkmıştı operasyondan. "İyi geçti" dedi Serkan. Ertesi gün hemen soluğu yanında aldım ufaklığın. Kendine gelmişti. Karnını doyurduk. İlaçlarını verdik. Küçücük yüzünde bir sürü dikiş vardı. Biraz keyifsizdi haliyle. "Yarın atlatır, bünyesi güçlü" dedi Serkan.Gerçekten de ertesi gün daha iyiydi ve sonraki gün daha iyi. Bu arada kocaman ve harika kalbi olan, Ankara'da yaşayan Aslı ona evini açtı. Her geçen gün daha hızlı toparlanması, yemeğe düşkün olması ve gideceği sıcacık bir evinin olması herşeyin daha iyi olacağını göstermişti.

Dikişlerinin alınmasına bir kaç gün kala tüm tedavisi bitti. Ve ben bu ufaklığı ne kadar iyi bakılsa da klinikten almak istedim. Evde daha keyifli olur diye düşünüyordum. Annemin "getirme" nidalarına rağmen kucağıma alıp, hava aldırarak eve götürdüm. Yolda duyduğu her sese kulaklarını radarlaştırarak tepki veriyordu. Annem, yüzüne bakamam içim acır düşüncesine rağmen daha ilk saatin sonunda kucağına almıştı bile. O kadar küçük ve güzeldi ki, ona sırtını dönmek mümkün değildi.




Daha ilk geceden herkesin sevgisini kazanmıştı bu kurt görünümlü kör kedicik. Deliler gibi oynuyor, herkese sataşıyordu. Sesleri ayırt edebiliyor, yemek kokularına tepki veriyordu. Daha 2. günün sonunda koltuktan nasıl yere ineceğini, koltuktan koltuğa nasıl geçeceğini çözmüştü. 2 saniye durmuyordu yerinde. Oyun oynarken olduğu yerde uyuyakalıyordu. Sonra birden uyanıp kaldığı yerden oyuna devam ediyordu. Diğer kediler tepki verdiklerinden yanına yaklaşmalarına izin vermedim ama Zeus ile araları çok iyiydi. Zeus her zamanki cool tavırlarıyla izliyor, arada takip ediyordu. Ama asla dokunmadı ona.



Dikişlerinin alınmasıyla gidiş saati geldi. Dikişleriyle bile ilk haline oranla çok iyi görünüyordu. Dikişleri alınınca daha bir yakışıklı oldu. En güzeli de kliniğe kucağımda gitmesi, hiç ses çıkarmaması ve korkmamasıydı. Ama gidiş yolunda tir tir titredi. Sanki anlamış gibi. O kadar titriyordu ki kliniğe gitmeyi düşündüm. Vapurda kucağımda uyuyakaldı. İlk aşısının verdiği ateşle uyukluyordu. Sıcacıktı ve kulakları yanıyordu. Teslim ettim. Aniden, çabucak... Zaten çok zordu vermek. Üstelik ateşi varken. Kendimi korkunç hissediyordum. Beşiktaş iskelede öylece kaldım. Hatta ilk defa sevgilime donuk donuk acaip davranıyordum. Çünkü o sırada içimden sürekli "o iyi bakılacağı güzel bir eve gitti." diye tekrar ediyordum ki ağlamamayı başarayım. Ağlamadım da, tabii eve gelene kadar. Annem durumu tahmin edip, herşeyini toplamıştı bile. Yine de "teslim ettin mi? hala ateşi var mıydı?" soruları karşısında fazla dayanamadım.

O ertesi sabah Ankara'ya Aslı'ya uçtu. Aslı sabah teslim aldığında haber verdi. Ve şimdi az önce evdeki fotoğraflarını görüp,evdeki köpeğin onu çok sevdiğini okuyunca içim rahat yazabildim bunu.

Bu hikayede yer almamı sağlayan Let's Adopt kurucusu harika ve gerçek bir hayvansever V.'a
Her zaman olduğu gibi güvenimize değer bir veteriner hekim, ama herşeyden önce gerçekten vicdan sahibi olan veteriner hekimimiz Pet Nature'dan Serkan'a,
Onu daha görmeden sahiplenecek kadar kocaman sevgi dolu bir kalbi olan Aslı'ya,
Dayanamam demesine rağmen, onu evde bir kaç gün misafir etmemize itiraz etmediği ve sevgi gösterdiği için Anneme,
Benim ev içinde işlerim olduğunda ona göz kulak olduğu için Zeus'a,
Tüm bu süreçte desteğiyle yanımda olan ve bana onun iyi bir yere gittiğini hatırlatarak daha fazla üzülmememi sağlayan sevgilime,

TEŞEKKÜRLER!

27 Eylül 2009 Pazar

vicdansız hayat

Sevgili vicdanım,

senden nefret ediyorum artık! Pek çok kişininki gibi çalışsana. Adam gibi...

Bulduğun yardıma ihtiyacı var gibi görünen her kediye, köpeğe üzülürsün,yardım edersin. Yardım etmen yetmez, sahiplendiği halde geceleri gözüne uyku girmez "acaba iyi bakarlar mı?" diye. Gözlerini kaybeden kediciğe üzülürsün, ev bulmmuş olsa da "görebilen bir sokak kedisi olarak kalsaydı" diye...

Sokakta gördüğün mendil satan yaşlı teyzeye üzülürsün. Sırf o yaşlarda bir anneannen var diye.

Ağabeyine üzülürsün, ayakta saatlerce ameliyatta kaldığından ayakları kıpkırmızı ve şiş olduğu için.

Hiç tanımadığın, görmediğin biri hasta olsa üzülürsün... Kimse hasta olmasın istersin sana neyse.

Elalem 2 yaşındaki çocuğuna göz kulak olmaz, tek başına salıverir sokağa. Çocuk kaçırılır, oturur ona da sen üzülürsün.

Buraya kadar her şey normal. Sen böyle bir safsın da noldu az önce?

Tam 14 senedir beklediğin an geldi. Hep hayalini kurduğun şey oluverdi işte. Hani olduğunda bu defa kazanan sendin de çok eğlenecektin. O gün geldiğinde "senin için böyle biri yok. Çoktan kaybettin sen onu. seni asla affetmem.şimdi senin sıran. sen çek." diyebilecektin.

Noldu? Sayende yenildim. 14 yıldır söylemek için beklediklerimi söyleyemedim. Neden? Senin yüzünden. Yine titreştiğinden, durup bir an düşündüm ve affettim. Bravo sana! Bu yüzden senden kurtulmam lazım! Acilen!

12 Eylül 2009 Cumartesi

Paylaşılmıyor Hüzün

Birini çok özlerseniz, bunu ona mutlaka söylemelisiniz. Çünkü bazen, ne kadar çok özlerseniz özleyin, söylemek istediğiniz kişiyi bir daha görmeniz mümkün olmaz. Sarılmanız, eve gelmesini beklemeniz de öyle...

Önce anlamazsınız ne olduğunu... Etrafınızda sizi teselli eden herkes dağılıp, aradan zaman geçince farkedersiniz yokluğunu. İnanmazsanız, inkar ederseniz yolunuz daha uzundur. Görmezden gelmeye çalışmak, olmamış gibi davranmak her zaman olayı daha karmaşık hale getirir. Kendinizi bunu yaşamadığınıza, etrafınızdakileri de kötü olmadığınıza bir kere inandırmanız işin tamamen başka yollara sapmasına neden olur.

Etraftaki herkes, toparlandığınızı düşünür. Atlattı derler kendilerine. Sürekli "sen güçlü bir kızsın. Benden daha güçlüsün en azından. Ben bunu bu kadar kısa sürede atlatamazdım." derler. Herkesten duydukça siz de inanırsınız gücünüze."Evet, ben güçlüyüm." dersiniz. Oysa sorun hala vardır içerilerde bir yerlerde ve yıllar sonra çıkıverir ortaya. Saçma sapan bir yerde, saçma sapan bir zamanlamayla. Ve aslında en başından beri inkarın bir işe yaramadığını anlayıverirsiniz.

Yapmak gereken acıyı saklamak değil, acıyı yaşamak. Bunu ancak kafanıza dank ettiğinde anlarsınız. Acıyı saklamak değil, acıyı yaşamak istersiniz. Ama bu defa etrafınız anlayamaz bu kadar uzun süre sonra bu acıyı nasıl hortlattığınızı. "Hiç gitmedi ki" diyemezsiniz, gururunuz engel olur. Kendinize de, etrafınıza da çeşitli bahaneler bulursunuz. Etrafınız inanır da, siz inanmazsınız.En zoru budur işte. Hiç bir bahane sizi avutmaz o günden sonra da.

Uzun bir süre ne yaptığınızı bilmeden acınızı yaşarsanız şanslısınız. Alkolle anlaşamayan bünyeniz, alkolü su gibi emmeye başladığının sabahlarından birinde anlarsınız bunun da avutmadığını. Etrafınız, anneniz, en yakın arkadaşlarınız, sevgiliniz herkes geçici küçük bir bunalım sanır o günleri. "Evet" dersiniz "geçecek yakında".Herkese mutlu rolü yapıp, yalnız kalmaya çalışırsınız.Bir süre sonra etrafınıza "ben mutluyum" imajı vermek konusunda o kadar profesyonelleşirsiniz ki kendiniz bile bazen mutlu olduğunuza inanırsınız.

Bir gün tek başınıza taşıdığınız o yük o kadar ağırlaşır ki, kaldıramayacağınızı anlar yardım istersiniz. Gülümsemek kocaman bir maske haline gelmiştir çünkü. Gerçekten mutlu olduğunuz günleri özlersiniz, sonra da onu. Çünkü odur o güne dek mutluluğunuzun en büyük kaynağı...

İşte böyle bir durumda artık ne ailenizden alabilirsiniz o yardımı, ne de etrafınızdakilerden... Uzaklaşıp, bu konuda uzman birine gitmeyi bile kabullenirsiniz bu durumdan kurtulabilmek için. İyi bir uzman size ışığı gösterebilir. Kabullenmeyi öğrenmeniz bile ışığa götürür.

Gerçeği görür, onun gidişini kabullenir, onu özlemenin bu kadar dramatik olmadığını, o bu hayattan gitse bile sevmeye devam edebileceğinizi, hatıralarınıza sarılmayı öğrenirsiniz. Yıllarca karanlık bir tünelde yürümüş ve sonunda gün ışığına çıkmış kadar rahatlarsınız bunları uygulayabildiğinizde. Bir süre sonra da hayatınıza devam edersiniz. Bu defa gerçek anlamda!

Hayatınızı yoluna koymayı öğrenirsiniz. Artık amaçsızca çalışmayı bırakıp gerçekten istediğiniz şeyi yapmaya başlarsınız. Sırf onu hatırlatıyor diye hayatınıza aldığınız insanları bir kenara atar, tek başınıza yola devam edersiniz. Benim kadar şanslıysanız tek başınıza devam ettiğiniz yolda karşınıza yüzünüzü güldürüp, kalbinizi ısıtacak biri çıkabilir. Hayata dönersiniz.

Tüm bunlar olurken, onu özlemeye devam edersiniz.Bazen öyle küçük detaylar onu hatırlatır ki, siz bile şaşarsınız o detayı hatırlamış olmanıza. Son zamanlarda onu sık düşünmediğiniz için kendinize kızarsınız. Anılarınızı canlı tutamadığınızı farkedersiniz. Gitgide renkleri solmuştur. Bazılarında silik sahneler olduğunu farkedersiniz. Bu canınızı gerçekten sıkar. Hatırlamak için kendinizi sıkmak bir işe yaramaz. Yaramadığı gibi bu durumu o kadar bilinç altınıza işlersiniz ki; rüyalarınıza girer. O kadar zorlarsınız ki o silik anıları canlandırmak için, zihninizde hep son günler, son anlar belirir. Ve özlediğiniz o insan akciğer kanserinden gözlerini kapamışsa bu hayata, hatırladığınız en canlı sahneler aslında en çok unutmak istediğiniz sahnelerdir. Siz küçücük çocukken, en büyük kahramanınız olan o koca adam sizin kadar zayıflamış ve çelimsizleşmiştir. Hep gülerken gördüğünüz o mutlu baba, ağrılarından ağlamaya başlamıştır. Bitanecik kızına hiç bağırmamış olan o adam, hasta yatağında sinirlenip tüm sevdiklerine bağıran biri olmuştur. Ve işte yıllar sonra, kendinizi anılar için zorladığınız o dönemde en canlı görünen anılar bunlar oluverir. Uykularınız kaçar, huzursuz uyanırsınız. Güzel olanları hatırlamayı o kadar çok istersiniz ki; hatırlayamamak gününüzü de mahvetmeye başlar. Yapmak istediklerinize motivasyonunuzu kaybeder, sevdiğinizden ve ailenizden çıkar tüm huysuzluğunuz. Bunu farkedip toparlarsınız durumu. Ama yine de o anılar geri gelmez.

Neden yazdım bunu?

* Hani her sabah daha kahvaltı etmeden bir sigara yakarsınız ya, her kahvenin yanında tüttürmekten hoşlanırsınız, canınız bir şeylere sıkılınca en iyi arkadaştır size, biranın yanında da iyi gider, benimki dudak tiryakiliği içime çekmiyorum ben de dersiniz,... O, çok özlediğim aadam, yani babam da böyle içerdi sigarasını. Yemeklerden sonra iyi gider kahveyle derdi. Ve bir gün akciğer kanserine yakalandı,6 ay sonra da ayrıldı bizden.Ardında bıraktığı küçük kızı yukarıda yazılanları yaşadı aşama aşama... Ve şimdi anılarını canlandırmak isterken, en unutmak istediklerini canlandırdı. Siz o sigarayı tüm yasaklara rağmen inatla içerken, bir gün bu yüzden ölebileceğinizi ve ardınızda yaşayanların yıllarca bunu ne şekilde taşıyacağını hiç düşündünüz mü? Evet, hepimiz öleceğiz. Mümkünse sevdiklerimize harika kahkahalarla dolu anılar bırakarak ölmek daha anlamlı. Hayatınızın en değerli varlığının arkanızdan bunları yaşamasını istemiyorsanız hemen bugün, şu an sigarayı bırakın!

7 Eylül 2009 Pazartesi

pollyanna

Sahip olduğumuz hiç bir şeyin değerini bilmediğimiz gibi, günümüzün de değerini bilmiyoruz galiba...

Sabah "pazartesi sendromu"yla televizyonu açtım. İki,üç tane gerizekalı görüp biraz eğlenebilirim diye düşünmüştüm. Sıkıldım National Geo açtım. Lösev reklamı çıktı karşıma. Hani şu küçük çocuklu olan "bu gece elimi siz tutar mısınız?" diyen.

Sağlıklı, iş sahibi ve istediğim hemen hemen herşeye sahip bir insan olarak kendime çok kızdım. Bugün okullar açıldığı halde hasta olduğundan, gücü kalmadığından, mikrop kapma riski olduğundan hem eğitimden, hem okul havasından, hem de arkadaşlıktan yoksun kalan pek çok hasta çocuk evinin penceresinden okula gidenlere bakıp iç çekerken salak bir pazartesi sendromuna kapıldığım için...

İçim çok sıkılıyor. Sebeplerim var elbette. Yine de o çocukları, hasta diğer insanları düşününce kendime bunu yapamadım. Galiba ben bir Pollyanna'yım.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Puma'larım ve ben

Geçen ay aldığım Puma Esito L2. Son dönemde gerçekten en beğenerek aldığım Pumalardan. Hala Taksim Puma mağazasında bulabilirsiniz.
Bugün ise Deniz'e laptop çantası ararken bir Puma'm daha oldu. K-Street. Burnu diğer Pumalara göre biraz değişik ama en önemli özelliği oldukça hafif olması. K Street de yine Taksim mağazada var.
Çok uzun zamandır aşağıdakini arıyorum ama hiç bir Puma'da rastlamadım. Bulan, gören olursa haberdar ediniz. :)

güzel başlayan her sabah nasıl biter?

Nasıl bir hayatta yaşıyorum? Bu soruyu son zamanlarda sık sık soruyorum kendime...

Sabah erkenden uyandığımda yaptığım ilk şey sevgilimi düşünüp,gülümsemek oluyor. Sonra masamdaki Sponge Bob ve Patrick'e "günaydın" diyorum. Yüzümü yıkamadan beni son dönemde alarm olarak kuran sevgilimi arayıp uyandırıyorum ki, toplantılarına geç kalmasın. Yüzümü yıkarken Azis gelip lavaboya çıkıyor. Derdi su oynamak. Biraz su oynuyoruz ama kafasını ıslatınca koşarak kaçıyor. Giyiniyorum. An Jin San uyuduğu yerden kalkıp geliyor, her zamanki gibi mıy mıy bir şeyler anlatıyor bana. Sohbet ediyoruz kendi dillerimizde. Sonra kedicikleri doyuruyorum. Ardından arka bahçemizde yaşayan, attığımız mamalarla büyüyen 3 tombik kediciğe mama atıyorum sütle. Bu arada aralıklı sevgilimi arayıp uyandırma çalışmalarımı tamamlıyorum. Herşey harika. Yüzüm gülücüklerle dolu.

Kahvaltı ederken haberlere göz atmak için televizyonu açıyorum. Ve günümün pişmanlıkları başlıyor. Ölümler, şehitler, işsizlik, cinnetle çocuğunu öldürenler, sevgilisinin boğazını kesip kaçanlar, hayvanlara yapılan sonu gelmeyen işkenceler, cenaze ardından çelenkten çiçek almak isteyen çocuklara tekme tokat saldıran camii görevlileri, çöp kamyonuna canlı canlı atılan sokak hayvanları,...

Ve enerjim bir anda düşüyor.

Sokağa çıkıyorum. Daha köşeyi döner dönmez üstünde sabah serinliğine rağmen incecik kıyafetler olan anneannem yaşında bir teyze mendil satıyor. Sessiz, utanıyor belli ki. Yüzü hep yerde. Her sabah bir paket mendil alıyorum teyzeden. Mendil almadan para almıyor. Çocukları yok mu diye düşünüyorum, torunları? Yürürken dönüp dönüp bakıyorum. Hani paranoyak bir toplumuz ya! Para alınca kaçıyor mu, başka paralarını çıkarıyor mu diye. Teyze öylece duvara yaslanmış, belli ki hem ruhu hem bedeni yorgun öyle bakıyor arkamdan...

Daha bir kaç adım atmadan küçük bir kedi koşarak geliyor. Tam çantamdan kediler için taşıdığım azıcık mamayı çıkarmak için çantama atıyorum elimi, bir adam "pissst" diyor ufacık hayvana...Kaçıp gözden kayboluyor kedicik.

Organik kahvaltıcıda dışarıda iki genç kadın oturuyor. Sabah iş öncesi kahvaltı edecekler. Garsona sipariş verirken çok mutlular. Sürekli gülümseyip şakıyor özellikle cici kız modunda pembeler giymiş olan. Garson içeri giriyor, bir kedi kaldırımdan yürürken yanlarına yaklaşıyor. O şeker pembeli kızın ağzından kediye, sadece yanından geçen kediye, öyle bir küfür çıkıyor ki ben stadda bir erkekten böyle küfür duymadım.

Sonra bilgisayarımı açıyorum. Sayısız gruptan sayısız yardım çağrısı. Maddi - manevi. Fatih Camii'nde bitmek bilmeyen hastalık dramı, artık maddi zorluklar nedeniyle ameliyat edilemeyen kedicikler... Lara gibi göz yaşartan hikayeler... Berrak'ın koşup oynayacağı yaşta yaşadıkları

Hayat çok zor aslında. Çekilir kılan tek şey ailem ve aşık olduğum adam. Yoksa gerisi bunlardan ibaret. Yaşanır çekilir dert değil!

28 Ağustos 2009 Cuma

sen daha iyilerine layıksın!

Şöyle bir saçmalık olabilir mi? Ben kızı çok seviyorum, hayatımda başka bir kız olmaz onun gibi, çok güzel, çok şeker, çok akıllı, çok kültürlü, bla bla bla...

Ama onun daha görecek çok şeyi var. O muhteşem!

Eee, pardon da sen salak mısın, aptal mısın, veya hani bilemedim nesin de böyle birini bulup, kendi ellerinle gönderiyorsun? Aslında sevmediğini itiraf etmek bu kadar zor mudur acaba bir erkek için?

"Sen daha iyilerine layıksın!"

Bir de bunu söyleyen erkek, hani aklı başında sayılabilecek, kültürlü, düzgün, ortalamanın üstünde bir erkek. Sevdiğim bir arkadaşım üstelik! (arkadaşlarımı gözden geçirmem şart sanırım!)

Bir kızın böyle bir erkeğe şöyle demesi lazım:

"Defol git salak!"

Yine de kızcağız çok naif bir mesajla hoşçakal diyebilmiş sadece...

Bizimki maç izlerken diyor ki "oh bee, ne zaman maç izlesek 5 kere arardı. O ne zaman arasa gol olurdu, göremezdim." O yüzden izlediği maç sırasında 500 kere telefonuna baktı. Sonra da diğer maç sonuçlarına baktığı gibi bir açıklama yaptı. En büyük sorunlardan biri sanırım kendine dürüst olabilmek. Gerisi yalan!

Tüm kadınlara söylüyorum: Gerçekten! Hiç uğraşmaya değmez bu türler için. Bi yürüsün gitsinler!

sıkıntı


Blog,

Sana olmaz mı yahu durduk yerde canın sıkılır, hani aslında hiç de sebep yoktur ortada? Sıkılır sıkılır ve sıkılırsın. Hiç bir şey yapasın gelmez. Öyle boş boş oturursun. Olur değil mi? O zaman, bana bir daha sormazsın.

Aferin!

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Sorum var

Bir insanın nasıl sabah sabah sinir küpü olabileceğini merak ediyorum. Bu ülke şartları, ekonomik kriz falan demeyin bana. Bir insan nasıl sabah sabah kahvaltı ettiği mekanda yanından miyavlayarak geçen kediye ağza alınmaz şekilde küfreder? Mantığı nedir?

Ha bir de bu insanın dışarıdan bakınca "ayy ne şeker" dedirtecek cinsten pembeler giymiş, hanım kız makyajı yapmış, 2 dakika önce garsona tatlı tatlı sırıttığını düşünürsek? Sorarım var mı bu işin mantıklı bir açıklaması? Sabah sabah bu kadar nefret dolu, bu kadar sevgisiz olmanın yani?

Başka bir soru, belki de en önemlisi: Bu gibi insanlara ne yapmalı? Mesela ben "insan değilsin" dedim yüzüne. Ama işe yaradığını sanmıyorum. Anlamadı sanırım.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Ayşe

Derya'yı hatırlarsınız Pazarlama Cadısı blogumdan. Ailesini 3,5 yaşında bir trafik kazasında kaybetmiş, akrabaları tarafından kabul edilmemiş ve yuvaya bırakılmış dünya güzeli bir kız çocuğu. Bir süre bunalımda kaldıktan sonra şaşırtıcı şekilde adaptasyona geçen, dünyayı ve yaşadıklarını hepimizden hızlı ve olgun karşılayarak hayatına gülümseyerek devam eden küçücük bir çocuk. Ablalığım süresince benim ona öğretmeye çalıştıklarımdan fazlasını bana öğretmişti. Sonra 4 senelik abla-kardeşliğimizi sona erdirdik. Çünkü Derya hayatının geri kalanına harika bir anne-baba ile devam edecekti. Yeni aileye gitme süreci hayatımda yaşadığım en zor ayrılıklardandı. Kapıda dönüp dönüp sarılması ve o sırada ağlamamaya çalışırken, beni ve geride kalan arkadaşlarını cebinde götürme çabası içimi sızlatmıştı. Derya'sız yuva bana biraz zor geldi. Saklambaç oynadığımız ağaç bile üzdü beni uzun süre.

Ama sonra kendimi bomboş hissetmeye başladım. İşe yaramıyor gibi. Tüm işime, tezime rağmen sanki hiç bir işim yokmuş gibi bir boşluk... Korkunçtu.

Yaşlılarla çalışmak benim için mümkün değildi. Daha önce denedim. Çok üzücü.Kendimi her gün bir öncekinden daha kötü hissetmiştim. Çünkü ne kadar konuşsam, ilgilensem, sarılıp öpsem de pencerede hevesle bekledikleri çocukları, torunları olamadım. Gözleri hep dalgındı, ağlamaya hazır gibi... Onlarla ağlamaya başlayacağımı hissedince yapmam gerekenin bu olmadığını anladım. En azından çocuklar için daha fazlasını yapabiliyorum. Belki biraz bencilim ama kendimi de daha iyi hissediyorum.

Yeni bir ufaklık var artık son 2 gündür. Ayşe... Annesi başka biriyle evlenmeye karar verdiğinde evliliğin en büyük engeli olarak görülmüş adam tarafından. Başka birinin çocuğuna bakmak istememiş anlaşılan. Muhteşem anne de çocuğu yuvaya bırakıp gitmiş.Akraba yok... İşte size 5 yaşındaki Ayşe' nin hikayesi. İşin en kötü tarafı annesi tarafından başka biri için terkedildiğini biliyor olması. Büyük bir travmanın tam ortasında. Sürekli pedagog gözetiminde. Geldiği günden beri hiç konuşmamış. Sesi ve konuşması neye benzer kimse bilmiyor. İnsanların yüzüne bakamıyor. Yüzünü hiç yerden kaldırmıyor. Pedagog terkedilmesiyle ilgili kendisini suçladığını söylüyor. Yemek yemiyor, sadece su içiyor. Gözleri sürekli yaşlı. Diğer çocuklara yaklaşmıyor. Dünyanın bütün yükü omuzlarında sanki...

Dün sabah pastel boyalarla gittim yanına. Bazen konuşmasalar da resim yapabiliyorlar. Derya yapardı bana küstüğünde. Ama yapmadı. Dokunmadı bile. Yine de zorla da olsa kaçak şekilde Nesquik içirmeyi başarabildim. Bir kaç yudum. Hiç yoktan iyidir.

Bu sabah ona kedilerimi anlattım. Konuşmak zorunda olmadığını, ama yemek yemesi gerektiğini... Küçük kafasından neler geçti bilmem. Belki de yemezse tepesinde cırcır konuşmaya devam edeceğini kestirdi. Kalktı yerinden, elini tutmama da izin verdi. Bahçede biraz birlikte kahvaltı yaptık. Aslında aç olduğu her halinden belliydi. Üstelik fiziksel olarak da pek gelişmemiş bir çocuk yuvanın diğer 5 yaşlarına göre. Belli ki annesi çocuk dışında herşeyle ilgilenmiş.

Hayatımda ilk defa bir çocuğun yüzünde hayata tutunmak istememenin ne demek olduğunu gördüm. Dün gördüğüm ümitsiz ve nefret dolu ifade bugün umutsuzluğa dönmüştü. Belki de dün annesinin geri döneceğinden ümitliydi. Bugün ise tamamen bıraktı o ümidi. Bilmiyorum, ama bir şekilde bu ufaklığı hayata döndürmek gerekiyor. Pedagoglar yoğun çaba sarfediyorlar ama uzun süreceğini söylediler.

Lütfen, sahiplendiğiniz canlıları terketmeyin.Çocuklarınızı asla! Ne olursa olsun!

19 Temmuz 2009 Pazar

Zeus













Sanırım en az 1 sene öncenin fotoğrafı... Zeus ve ben. Kendimi bu fotoğrafı her görüşümde Warner Bros' un Elmyra'sı gibi hissediyorum. :)

Fenerbahçe

Bugün 19.07 Dünya Fenerbahçeliler Günü... Bizim günümüz yani. Her zaman iddia ettiğim gibi ürün ne hale gelmiş olursa olsun, müşterileri tarafından kolay kolay terkedilmeyecek tek ürün kategorisi spor takımlarıdır. Sinirden deliye çevirecek kadar kötü oynadıklarında sayarız söveriz ama yine de başka birilerinin onlara laf söylemelerine izin vermeyiz. Her sezon başında şampiyonluk yeminleri ederler, inanırız, kupa sayılarını şaşırırız. Sezon sonunda durum felaket bile olsa kimse ben artık bu markayı kullanmıyorum demez. İlginçtir. Tam bir tez konusudur aslında...
Her neyse kısa keserek, hayatım boyunca Fenerbahçeli olmaktan, son 4 senedir maçlarını kombineli takip etmekten gurur duyduğum bu takımın bir taraftarı olmak benim için ayrı bir gurur. Bu sene kim ne derse desin Daum' un geri gelişiyle çok daha iyi bir sezon geçireceğimizden eminim.

Tatil

Tatil geliyor :) Son 3 senedir tatil yapamadığım için bu sene bana muhteşem gibi geliyor.

Geçtiğimiz sene sonunda bir "sevgili" planım olmadığından ve uzun zamandır annemle ciddi bir başbaşa tatil yapamadığımızdan tatilimi annemle geçirmeyi planlamıştım. Ve o gün yaklaştıkça yaklaşıyor. Önümüzdeki hafta bugün bu saatlerde Rixos Premium Belek'e giriş yapmış olacağız. Bu defa tatil için gidiyorum :) Annemle şöyle sakin ve güzel 1 hafta geçirmek, bol bol Akdeniz kıyısında güneşlenmek istiyorum. Tabii bu arada aldığım güzel bir proje için orada çalışmaya devam edeceğim.

Bu arada tatilin son günü kuzenimin düğününe katılacağım Antalya'da. Tüm bu süre içinde evdeki 3 kedimizi ağabeyimin şefkatli ellerine bırakıyoruz. Veteriner kliniğimize bağlı yine veteriner hekimimizin ilgilendiği harika bir pansiyon da var. Ama özellikle Zeus bu durumlarda bunalıma girdiğinden mümkün olduğunca evde kalmalarını istediğimizden ağabeyimin tatilden dönüşünü bekledik aslında. Yine de tatil için emin ellerde bir pansiyon isterseniz beni haberdar edin.

3 Ağustos gibi İstanbul'da olacağım.

Sevgilimin de başını yediğimden tatil tatil diye bir tatil planım daha var :) Uzuuun uzuuun düşündük aslında. İlk tatilimiz diye ben biraz abarttım sanırım titizlenme olayını. O da gayet cool şekilde seçimi ve alternatifleri kibarca bana yıktı. Sonunda Antalya, Göcek ve Gökova' yı eledik. Elimizde Marmaris ve Ölüdeniz kaldı. Burda FF'ten yardım aldık biraz. 1o Ağustos - 18 Ağustos arasında ise sevgilimle Ölüdeniz'de bir hafta İstanbul'dan uzak, sakin bir tatil planladık. Sakin dediğime bakmayın at binmek, paragliding gibi aktiviteler için ince ince konuşuyorum.

14 Temmuz 2009 Salı

Pamuk Prenses'e Mektup


Son zamanlarda bir kitap okuyorum. Kadınlar İçin Çuvallama Kılavuzu - Luisa Francia yazmış. Kesinlikle biz kadınların körelip gitmesiyle ve çuvallamalarıyla alakalı pek çok canlı örnek verilmiş.

Kitabın başlarında uyuyan güzel ve pamuk prenses gibi daha çocukken biz kadınlara rol model kesilen "prenses","akıllı ve uslu kız","hayatının yegane amacı evlenip kendini yamayacak bir erkek bulmak olan muhteşem dişi" olmakla alakalı bazı mektuplar var. Eminim bu masalları dinlerken benim gibi kimsenin aklına "hakikaten bu pamuk prensesin olayı da prense yamanmakmış" düşüncesi gelmemiştir. Taa ki bu kitabı okuyana dek...

Kısacık bir alıntı yapıyorum kitaptan. Pamuk Prenses'e yazılan mektup...


Sevgili Pamuk Prenses,

Sihirli aynanın güzelliğin değil de dişiliğin gücünü yansıttığını ve üvey annenin senin gücünü ölçebilmek için bir sınavdan geçirmek istediğini hiç düşündün mü? İşlerin biraz ters gittiğini kabul ediyorum. Dolayısıyla yedi cücelerin ev işlerini üstlenmene yine de bir diyeceğimiz yok diyelim. Ama o güçlü büyücüyü, üvey anneni , 3 kez üst üste tanımamakta ısrar edip yetki ve sorumluluklarını yüklenmek yerine cam bir tabuta yatmayı tercih etmene ne demeli?

Bu bana bayağı bir tuhaf geliyor. Bu arada; ölmemiş olduğunu, bir prens tarafından uyandırıldığını, dolayısıyla derin bir trans durumunda olduğunu, ama cücelerden tekinin bile durumun anlam ve önemini kavrayacak durumda olmadığını, giderek işin o berbat sona dayandığını biliyoruz:

Prens seni görüyor ve cansız yatışına tutuluyor, seni alıp götürüyor ; uyanıyorsun ve artık kendinde değilsin.

Mektubumun olup biteni biraz olsun kafana sokacağını umuyorum.

Prensten ayrıl ve artık çok gecikmeden mirasına sahip çık.

30 Haziran 2009 Salı

Sevdiğim Filmler Listesi

Geçenlerde Friendfeed'de Arman ile yaptığımız korku filmi geyiği üzerine bir liste hazırlama kararı almıştık. Şöyle bir göz attım bizdekilere ve sevdiğim filmleri listeledim... Hepsi değil elbette ama bazıları aşağıda... Şimdi Arman' ın listesini bekliyoruz.

Korku - Gerilim (korku filmlerini bu blogda yazıyorum.)

  • Exorcism of Emily Rose
  • Pet Semetary
  • Elm Sokağı'nda Kabus serisi
  • It
  • Rose Red
  • The Orphanage
  • The Strangers
  • The Shining
  • Saw serisi
  • Bloody Mary
  • The Last House on the Left
  • Hostel serisi
  • 30 Days of Night
  • Silk
  • Silent Hill
  • The Attic
  • Unrest
  • Fragile
  • 28 Weeks Later I - II
  • Memory
  • Untraceable
  • Joshua
  • Abandoned
  • Mist
  • Shadow Puppets
  • The Gathering
  • Demon Days
  • Malefique
  • Stay Alive
  • Blindness
  • Anamorph
  • Hunger
  • Dead Silence
  • Fear Chamber
  • Awake
Komedi

  • You, Me and Dupree
  • In Bruges
  • Failure to Launch
  • In Her Shoes
  • Meet The Fockers
  • Mr Woodcock
  • Pacifier
  • I Now Pronounce You Chuck & Larry
  • Pink Panther serisi
  • He is just not that into you
  • The Fearless Vampire Killers
  • Mars Attacks
  • Before Devil Knows You Are Dead
Macera - Duygusal vs

  • A Man Apart
  • Cleaner
  • XXX
  • The Fall
  • Fast & Furious serisi
  • Chronicles of Riddick
  • Flashbacks of a Fool
  • Resident Evil serisi
  • American Gangster
  • Slumdog Millionaire
  • Eternal Sunshine of the spotless mind
  • Love actually
  • Once

29 Haziran 2009 Pazartesi

Şans'ımız yokmuş hiç

Bundan 6 ay önce, yılbaşının hemen sonrasında bir pazar günü tanışmıştık onunla... Ve yine her zamanki terkedilme hikayesiydi. Barınaktaki diğer onlarcası gibi sıradan, onun için ise hayatının en hüzünlü hikayesi... Alışıldık terkedilme seslerine karışan son hız uzaklaşan bir lüks otomobil sesi...

Ben o gün mutlu dakikalar için oradaydım oysa. "Tere" miz tekerlekli ayaklarıyla koşmaya başlamıştı. O tekerlekten ayaklarıyla koşarken ben de çocuğunun arkasından telaşla koşan anne gibi "Tere yavaaaaş" diye bağırıp duruyordum. O da inatçı çocuk edasıyla daha hızlı koşuyordu. Devrilmesinden korkuyordum ama o tekerlekler bacaklarıymış gibi koşuyordu. Ondan sonra da hiç devrilmedi Tere... (Üstelik koştukça arka ayakları güçlendi. Hiç bir zaman hissetmedi yeniden ama o koşma coşkusu onu hayata döndürdü... Öyle ki bir gün barınağa gelen yaşlı bir Alman çiftin ilgisini çekecek kadar neşeliydi. O günden sonra onların "Tere"si oldu "Tere"miz...)

"Tere"yi izlerken içeri büyükçe bir köpek alındığını gördüm. Belli ki yürüyemeyecek durumdaydı. Kontrollerin ardından sağ tarafının felç olduğunu öğrendik. Felçliler bölümüne alındı.Başına ne geldiğini bilmiyorduk ama tir tir titriyordu.Kapı sesinden, onu sevmek için eğilen gönüllüden, dışarıdan gelen seslerden,... Herşeyden korkuyordu. Ondan sonraki günlerde her kapı sesinde kafasını yattığı yerden kaldırmaya başladı. Belli ki birilerini bekliyordu. Kapıdan giren belirli kişilerdi zaten. Kapıdan gireni görünce kafasını tekrar koyuyordu sağlıklı patisinin üstüne...

Sevgili Ebru ile zorla yemek yedirdik. Bazen öyle bir hale geliyorduk ki birimiz ağzını açıyor diğerimiz kuş gibi ağzına yemek atıyordu. Tere bizim için bir umut olmuştu. Belki onun da şansı döner diye düşünmüştük. Adını "Şans" koyduk. Ama o hiç bizim kadar umutlanmadı. Daha çabuk kavradı sanırım hayatının artık sağlam 2 ayağı üstünde bir barınakta geçeceğini... Bizim kabullenemediklerimizi onlar daha çabuk kabulleniyorlar. Şans da öyle yaptı.

Ve bir gün kapı açıldığında kafasını kaldırıp bakmayı kesti. Sonra da kansere yakalandı. Yemek yemeyi bıraktı... Artık zayıf düşmeye başlayan vücuduna sadece ilaçlar ve serum giriyordu... O zayıfladıkça tahta vücuduna batmasın diye yatağının içindeki pamukları silikonlarla destekledik. Ne Ebru' nun fizik lab. hikayeleri ile ilgilendi, ne de benim bunu yemezsenle başlayan cümlelerimle... Bazen sürekli inlediğini duyardık. Neresinin ağrıdığını bilemediğimiz inleyen, gözleri hiç kurumayan, kocaman patileri avcuma sığmayan, kocaman bir "Şans"tı o.

Bugün Şans nasıl olduğunu anlamadığımız şekilde bir başka köpeğin saldırısına uğradı. Hayvan hastanesinin çabaları sonuç vermedi ve onu kaybettik. Ben gittiğimde gözlerini kapatmıştı ama avcuma aldığım kocaman patileri hala sıcacıktı... Aslında o yaşamayı çoktan bırakmıştı ama biz Şans'ın da Tere gibi olmasını istemiştik. Yapamadık. Şans bazıları gibi terkedilmeyi kaldıramadı...

Bugün Şans'a kocaman birer son öpücük verdik Ebru ile...Hala sıcacıkken. Artık bizimle değil.

Çok sevdiğim bir karma gurusu der ki; "Care what you send to universe. What you give will be what you'll get."

Onu terkederek vicdanını rahatlatan o kişinin verdiklerini almasını umuyorum...