24 Aralık 2010 Cuma

Hepsi BENİM: Ne, Her, Son, Hep, Yeni, Asla, Hiç, Yok, Var!

Yepyeni bir yıl geliyor yine... YENİ umutlar, YENİ heyecanlar, YENİ başlangıçlar, YENİ  YENİ  YENİ ...

Öyle mi gerçekten? Yani hayatımıza 1 tek gece YENİlik mi getiriyor? Yoksa illa ki bir itici güç mü gerekiyor hayatımıza bu YENİliklerin gelmesi için? Demek ki gücümüz kalmamış HİÇ! :)

Böyle şeylere inanmamak lazım. Elbette HEP beraber eğlenmek lazım. Ama aslında:

hayatın HER gününü YENİ yılın ilk günü kadar temiz, heyecanlı, tazelenmiş, güçlenmiş yaşarken, hayatımın SON günü gibi derinden yaşamam lazım!

HER günün deli stresine, yoğunluğuna kapılıp sevdiklerime onları NE kadar sevdiğimi söylemekten hiç VAZGEÇMEDİM ben...

NE zaman içimden gelse ufaklı, büyüklü hediyelerle onları mutlu etmekten de VAZGEÇMEDİM! Bunun için yeni yılı beklemedim ASLA!

İçimden geçen duyguları saklamadım HİÇ! Kızdım, sevindim, sevdim, sevildim, mutlu oldum, üzüldüm, kırıldım, güldüm, eğlendim, eğlendirdim, sinirlendim, bağırdım, ağladım, beğendim,... Paylaştım HEP! İçime atmadım ASLA!

Rol yapamadım, oynayamadım HİÇ! Kendim oldum HEP! Bundan da ASLA VAZGEÇMEDİM!

Gördüklerimi görmezden gelemedim HİÇ! Sırtımı dönüp gidemedim ASLA!

Plan yaptım HEP! yapıyorum  da ama onlara takılıp, yaşadığım anı unutmadım HİÇ!


Geçmişin üzerinde tozlar, geleceğin üzerinde bir sihirbaz örtüsü var! Onlara takılıp, anın BÜYÜsünü bozmadım HİÇ!

Yeni yıldan beklentim YOK!: Hayallerim VAR ve onları gerçekleştirecek kadar gücüm! Ve HEP benimle olmalarını istediğim SEVDİKLERİM!

17 Aralık 2010 Cuma

Av Mevsimi


Türk filmlerinin artması için en azından gişelerde desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hani oturduğumuz yerden "olamış bu" , "yine becerememişler", "Türk filmi abi!" demektense gidip sinemada izleyip, ondan sonra fikir beyan etmem gerektiğine inanıyorum.

Ünlü kullanımı konusuna fazlaca takıldığımız bir dönemin ardından "Av Mevsimi" için de çeşitli önyargılar hemen çıkıverdiler sahneye. Cem Yılmaz'ın popüleritesi nedense sürekli olarak oyunculuğundan çok fazla bir şey beklememek gerektiği gibi bir yargı oluşturmuş insanlarda.

Filmin senaryosu olarak oldukça zayıf. Hatta öylesine zayıf ki belli ki işledikleri konunun uzmanlarından pek de destek ve yardım almamışlar. Dolayısıyla konunun biraz içindeyseniz ne yazık ki, çok fazla saçma noktayı buluveriyorsunuz.

Oyunculuklar kısmında ise, tam olarak "budur" diyemedim. Şener Şen yıllar boyu oynadığı çok sayıda "trajikomik" karakter nedeniyle oynadığı role bir türlü oturmamış. Daha doğrusu belki daha önceki filmlerini izlemeyen biri daha farklı düşünür, ama biz o filmleri ezbere bilen nesil olarak Şener Şen'i oraya yakıştıramadık. Cem Yılmaz, daha kendisine oturan bir rolde ama onun da bazı bölümlerde abartıları mevcuttu. Çetin Tekindor'u her zamanki gibi sonuna dek takdir ediyorum lafım yok.

Filme dair ne çok beğendiğim nokta filmin fragmanında da gördüğümüz nehir çekimleri... Çok başarılı. Hani sonrasını görmesem bir Hollywoord filmi diyebilirim. Ama o el herşeyi bozuyor. Daha gerçekçi olsaymış keşke.

Ama bunların dışında ortalama bir film diyebiliriz. Yine de sinemada izlemek, evde izlemekten çok farklı. Ki her zaman, zamanınız ve bütçeniz el veriyorsa filmleri sinemada izlemelisiniz derim.


SPOILER: Keşke bu tür bir filmde  organ kaçakçılığı konusuna biraz dikkat edilseydi. O kadar iki ucu keskin bir konu ki, tek bir haberle insanların organ bağışlamaktan vazgeçtiklerini düşününce bu film umarım çok fazla hasılat yapmaz demeden geçemiyor insan. Üstelik cidden organ nakline hiç de müsait olmayan şartlar ve durumlara rağmen, herşeyin yapılabilir olması da cidden konuyu detaylı bilenler için alay konusu olabilir.

14 Aralık 2010 Salı

MARTI

Geç verilen haber: Mart dergisi çıktı!


Her konuda pozitif değerler yaratmayı ve paylaşmayı seven herkesin okumaktan keyif alacağı bir online dergi. Ve benim de bol patili bir bölümüm var :) Sayfa 39 ve 40 ta ilk yazımı okuyabilirsiniz. Yorum da yaparsanız sevinirim.

2. sayı geliyor bile. İlkini buradan okuyun ki, eksik kalmayın dedim :)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kelimeler Olmadan Da... O bilir...

Ne doğru söz: Bir tek annem olsun, bana bir şey olmaz! :)

Daha önce yazdıklarımı okudum önce... Sonra acaba ne yazsam da onun hayatımdaki yerini, değerini anlatmaya yetse dedim. Yazdım, sildim, tekrar yazdım, yine sildim...  Yetmedi yazdıklarım, bidiğim hiç bir kelime onu anlatmaya yetmedi, az geldi...

Annemin doğum günü, benim için kendi doğum günümden bile önemli! Bugün ben ben olabilmişsem, hakeden insana sevgisini sonsuz sunabilen, değer vermeyi bilen, gördüğü sevgiye ve değere layık olabilen, yufka yüreğiyle ota boka ağlayabilen, ."her canlının bir yaşam hakkı olduğu"nun fazlaca farkında olan, hayvanları çok seven, çocukların enerjisine bayılan, yaşlıların deneyimlerine saygı duyabilen, burnunun dikine gitme konusunda uzman, "özür dileme"yi becerebilen, yaşadığı her şeye rağmen hep umutla ileriye bakabilen, her düştüğünde kendi başına da kalkabilen, kendi ayaklarının üstünde durma delisi, deli dolu, mutlu, anın kıymetini bilen, "seni seviyorum" diyebilen, ... Böyle biri olabilmemin baş sebebidir o.

Hep söyledim yine söylüyorum: Pek çok kız çocuğunun aksine ben tam da annesi gibi bir anne olmak isteyen ender tiplerden biriyim. Bunu başarabildiğim gün, hayatta gerçekten başarmış olacağım. İşte o zaman, bir şeyler yazmaktan da vazgeçeceğim belki de, anlatabilmiş olacağım ona ne kadar hayran olduğumu kelimeler olmadan da... O gün yanımda olursa annem, ben söylemeden de bilecek ki o benim herşeyim olmuş.

Nice yıllara canım annem! Hayat bize, birazcık da olsa büyüyen küçük ve mutlu ailemize şans, sağlık ve mutluluk getirsin! Çünkü seni gülerken görmek tüm dünyaya bedel...

4 Aralık 2010 Cumartesi

Kitap Tavsiyesi

Hiç bütün hayatınızın bir anda, bir kaç saniye içinde değişebileceğini düşündünüz mü? O güvenli ve huzurlu limanın bir anda bir fırtınayla yerle bir olacağını ve savrulup gideceğinizi...

Ard arda 2 kitap okudum. İkisi de tesadüfen aynı konuyu işliyordu. Genelde iş dışında kafamı çok yormayacak, çerez kitaplar da okumaya çalışıyorum. Bir çeşit terapi diyelim. Bu yüzden de genelde erkeklerin "kız kitabı" olarak niteleyeceği, romantik aşk yerine trajikomik hayat hikayeleri anlatan kitaplar okuyorum. Bu türün en beğendiği serisi "Undead & ..." olan seriydi. Undead & Unwed, Undead & Unemployed, ... Hani bazen şöyle tüm kaygılardan, endişelerden, sıkıntılardan bir saatliğine kaçmak istediğinizde okumanız gerekenlerden.

Son dönemde okuduğum kitaplardan ilki "Pasaklı Tanrıça" idi. Pasaklı Tanrıça, hayatıını kariyerine adamış, aşk hayatı beklediğinden vasat olan ancak bunu görmezden gelen başarılı bir iş kadının bir anda ters yüz olan hayatını anlatıyor. Kahramanımız, bir mikrodalganın bile nasıl çalışacağını bilmeyen, ev işlerine elini sürmemiş biriyken bir anda kendisini ev işlerinin tam içinde buluveriyor.

Son okuduğum kitap ise tesadüfen aldığım ve yine aynı konuyu işleyen başka bir trajikomik kız kitabı... "Kayıp Köpekler ve Yalnız Kalpler" Bu kitap yerine "Karpuz" un ikincisini arıyordum. (Hatta TT ile buluşup Numnum arsızlığı yaptığımız, D&R'da tesadüfen Ayşem ile karşılatığımızda aranıp aranıp son anda aldığım kitap bu.) İsminde kedi / köpek gördüğüm her kitabı aldığım gibi bunu da aldım. Kitap harikaymış!



Şehirde zengin ve steril hayat süren, evli sevgilisiyle yaşadığının aşk olduğunu düşünen, ev işlerinde beceriksiz başarılı bir PR' cının  hayatı bir kaç günde alt üst olur ve kendisine teyzesinden miras kalan bir köpek sahiplendirme merkezi ve vasiyet işleri için bir kasabada bulur. Yolu burada bebek sahibi olmak için çok çabalayan evli bir çiftle, yeni boşanmış 2 çocuklu bir genç kadınla, geleneksel bir hayat süren yakışıklı ve bekar bir veterinerle ve barınak gönüllüleriyle kesişiverir. O güne dek, hayvan sevdiğini bile farketmeyen kahramanımız, aşkı, huzuru, insanların hayatlarına dokunmanın verdiği güzel duyguları ve terkedilen köpeklere 2. şans yaratmanın verdiği hazzı bulunca eski hayatına dönüp dnmeyeceğini düşünmeye başlar ve olaylar beklemediği şekillerde gelişir. Çok sevdim kitabı...

Bu 2 kitabı kafanızı dağıtmak için okuyabilirsiniz. Hızla biteceklerdir :)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Bana Bir Şey Olsa...

Şu hayatta en korktuğum şey "bana bir şey olursa" ile başlayan cümleler olur hep. Sevdiklerimden duymak istemem hiç. Ama biraz önce okuduğum bir olay, bunu düşünmeme neden oldu.

Çocuklarının arayıp sormadığı yaşlı adam, can yoldaşı olsun diye bir Husky dost ediniyor kendisine. Korkulan gün geliyor ve yaşlı adam hastaneye kaldırılıyor. Komşular başka kimsesi olmayan adamın köpeğine göz kulak oluyorlar site içinde. İyileşip dönecek düşüncesiyle ama ne yazık ki adam hayata veda ediyor. Bunu duyan çocukları miras bölüşmeye üşüşünce komşular, köpeği hatırlatıyorlar. Malesef sonuç tanıdık... Bir "insan" komşusunun emaneti olarak gördüğü cana kısa süreliğine sahip çıkıyor ve sahip aranıyor.

İşte durum bu olunca "ya bana bir şey olursa" lar basıyor ruhumu. Bana bir şey olursa annem, ağabeyim, sevgilim, dostlarım, arkadaşlarım aynen bu sıralamayla kahrolurlar biliyorum. Ama acılarını anlatabilir, ağlayabilir, birbirlerine destek olabilir ve zaman denen örtüyü çekebilirler üstlerine.

Benim "bana bir şey olursa"larım hayatımdaki konuşamayan çocuklarım - kedilerim- için. Bana bir şey olsa biliyorum sevgilim, onlara kimsenin dokunmasına izin vermez, şimdi baktığı kadar iyi bakar onlara. Annem, kıyamaz onlara hiç. Ağabeyim bakacak zaman yaratamasa da, mamalarını, sevdikleri balıkları almaktan asla vazgeçmez. Düşündüm de, benim sokaktan gelip, Husky gibi cins bile olamayan çocuklarım çok ama çok şanslılar. Sadece bunu düşününce bile huzurlu ölebilirim.

ps: Ölmüyorum, yani sanırım. Daha görmek istediğim bazı güzel günlerim var :)