27 Eylül 2009 Pazar

vicdansız hayat

Sevgili vicdanım,

senden nefret ediyorum artık! Pek çok kişininki gibi çalışsana. Adam gibi...

Bulduğun yardıma ihtiyacı var gibi görünen her kediye, köpeğe üzülürsün,yardım edersin. Yardım etmen yetmez, sahiplendiği halde geceleri gözüne uyku girmez "acaba iyi bakarlar mı?" diye. Gözlerini kaybeden kediciğe üzülürsün, ev bulmmuş olsa da "görebilen bir sokak kedisi olarak kalsaydı" diye...

Sokakta gördüğün mendil satan yaşlı teyzeye üzülürsün. Sırf o yaşlarda bir anneannen var diye.

Ağabeyine üzülürsün, ayakta saatlerce ameliyatta kaldığından ayakları kıpkırmızı ve şiş olduğu için.

Hiç tanımadığın, görmediğin biri hasta olsa üzülürsün... Kimse hasta olmasın istersin sana neyse.

Elalem 2 yaşındaki çocuğuna göz kulak olmaz, tek başına salıverir sokağa. Çocuk kaçırılır, oturur ona da sen üzülürsün.

Buraya kadar her şey normal. Sen böyle bir safsın da noldu az önce?

Tam 14 senedir beklediğin an geldi. Hep hayalini kurduğun şey oluverdi işte. Hani olduğunda bu defa kazanan sendin de çok eğlenecektin. O gün geldiğinde "senin için böyle biri yok. Çoktan kaybettin sen onu. seni asla affetmem.şimdi senin sıran. sen çek." diyebilecektin.

Noldu? Sayende yenildim. 14 yıldır söylemek için beklediklerimi söyleyemedim. Neden? Senin yüzünden. Yine titreştiğinden, durup bir an düşündüm ve affettim. Bravo sana! Bu yüzden senden kurtulmam lazım! Acilen!

12 Eylül 2009 Cumartesi

Paylaşılmıyor Hüzün

Birini çok özlerseniz, bunu ona mutlaka söylemelisiniz. Çünkü bazen, ne kadar çok özlerseniz özleyin, söylemek istediğiniz kişiyi bir daha görmeniz mümkün olmaz. Sarılmanız, eve gelmesini beklemeniz de öyle...

Önce anlamazsınız ne olduğunu... Etrafınızda sizi teselli eden herkes dağılıp, aradan zaman geçince farkedersiniz yokluğunu. İnanmazsanız, inkar ederseniz yolunuz daha uzundur. Görmezden gelmeye çalışmak, olmamış gibi davranmak her zaman olayı daha karmaşık hale getirir. Kendinizi bunu yaşamadığınıza, etrafınızdakileri de kötü olmadığınıza bir kere inandırmanız işin tamamen başka yollara sapmasına neden olur.

Etraftaki herkes, toparlandığınızı düşünür. Atlattı derler kendilerine. Sürekli "sen güçlü bir kızsın. Benden daha güçlüsün en azından. Ben bunu bu kadar kısa sürede atlatamazdım." derler. Herkesten duydukça siz de inanırsınız gücünüze."Evet, ben güçlüyüm." dersiniz. Oysa sorun hala vardır içerilerde bir yerlerde ve yıllar sonra çıkıverir ortaya. Saçma sapan bir yerde, saçma sapan bir zamanlamayla. Ve aslında en başından beri inkarın bir işe yaramadığını anlayıverirsiniz.

Yapmak gereken acıyı saklamak değil, acıyı yaşamak. Bunu ancak kafanıza dank ettiğinde anlarsınız. Acıyı saklamak değil, acıyı yaşamak istersiniz. Ama bu defa etrafınız anlayamaz bu kadar uzun süre sonra bu acıyı nasıl hortlattığınızı. "Hiç gitmedi ki" diyemezsiniz, gururunuz engel olur. Kendinize de, etrafınıza da çeşitli bahaneler bulursunuz. Etrafınız inanır da, siz inanmazsınız.En zoru budur işte. Hiç bir bahane sizi avutmaz o günden sonra da.

Uzun bir süre ne yaptığınızı bilmeden acınızı yaşarsanız şanslısınız. Alkolle anlaşamayan bünyeniz, alkolü su gibi emmeye başladığının sabahlarından birinde anlarsınız bunun da avutmadığını. Etrafınız, anneniz, en yakın arkadaşlarınız, sevgiliniz herkes geçici küçük bir bunalım sanır o günleri. "Evet" dersiniz "geçecek yakında".Herkese mutlu rolü yapıp, yalnız kalmaya çalışırsınız.Bir süre sonra etrafınıza "ben mutluyum" imajı vermek konusunda o kadar profesyonelleşirsiniz ki kendiniz bile bazen mutlu olduğunuza inanırsınız.

Bir gün tek başınıza taşıdığınız o yük o kadar ağırlaşır ki, kaldıramayacağınızı anlar yardım istersiniz. Gülümsemek kocaman bir maske haline gelmiştir çünkü. Gerçekten mutlu olduğunuz günleri özlersiniz, sonra da onu. Çünkü odur o güne dek mutluluğunuzun en büyük kaynağı...

İşte böyle bir durumda artık ne ailenizden alabilirsiniz o yardımı, ne de etrafınızdakilerden... Uzaklaşıp, bu konuda uzman birine gitmeyi bile kabullenirsiniz bu durumdan kurtulabilmek için. İyi bir uzman size ışığı gösterebilir. Kabullenmeyi öğrenmeniz bile ışığa götürür.

Gerçeği görür, onun gidişini kabullenir, onu özlemenin bu kadar dramatik olmadığını, o bu hayattan gitse bile sevmeye devam edebileceğinizi, hatıralarınıza sarılmayı öğrenirsiniz. Yıllarca karanlık bir tünelde yürümüş ve sonunda gün ışığına çıkmış kadar rahatlarsınız bunları uygulayabildiğinizde. Bir süre sonra da hayatınıza devam edersiniz. Bu defa gerçek anlamda!

Hayatınızı yoluna koymayı öğrenirsiniz. Artık amaçsızca çalışmayı bırakıp gerçekten istediğiniz şeyi yapmaya başlarsınız. Sırf onu hatırlatıyor diye hayatınıza aldığınız insanları bir kenara atar, tek başınıza yola devam edersiniz. Benim kadar şanslıysanız tek başınıza devam ettiğiniz yolda karşınıza yüzünüzü güldürüp, kalbinizi ısıtacak biri çıkabilir. Hayata dönersiniz.

Tüm bunlar olurken, onu özlemeye devam edersiniz.Bazen öyle küçük detaylar onu hatırlatır ki, siz bile şaşarsınız o detayı hatırlamış olmanıza. Son zamanlarda onu sık düşünmediğiniz için kendinize kızarsınız. Anılarınızı canlı tutamadığınızı farkedersiniz. Gitgide renkleri solmuştur. Bazılarında silik sahneler olduğunu farkedersiniz. Bu canınızı gerçekten sıkar. Hatırlamak için kendinizi sıkmak bir işe yaramaz. Yaramadığı gibi bu durumu o kadar bilinç altınıza işlersiniz ki; rüyalarınıza girer. O kadar zorlarsınız ki o silik anıları canlandırmak için, zihninizde hep son günler, son anlar belirir. Ve özlediğiniz o insan akciğer kanserinden gözlerini kapamışsa bu hayata, hatırladığınız en canlı sahneler aslında en çok unutmak istediğiniz sahnelerdir. Siz küçücük çocukken, en büyük kahramanınız olan o koca adam sizin kadar zayıflamış ve çelimsizleşmiştir. Hep gülerken gördüğünüz o mutlu baba, ağrılarından ağlamaya başlamıştır. Bitanecik kızına hiç bağırmamış olan o adam, hasta yatağında sinirlenip tüm sevdiklerine bağıran biri olmuştur. Ve işte yıllar sonra, kendinizi anılar için zorladığınız o dönemde en canlı görünen anılar bunlar oluverir. Uykularınız kaçar, huzursuz uyanırsınız. Güzel olanları hatırlamayı o kadar çok istersiniz ki; hatırlayamamak gününüzü de mahvetmeye başlar. Yapmak istediklerinize motivasyonunuzu kaybeder, sevdiğinizden ve ailenizden çıkar tüm huysuzluğunuz. Bunu farkedip toparlarsınız durumu. Ama yine de o anılar geri gelmez.

Neden yazdım bunu?

* Hani her sabah daha kahvaltı etmeden bir sigara yakarsınız ya, her kahvenin yanında tüttürmekten hoşlanırsınız, canınız bir şeylere sıkılınca en iyi arkadaştır size, biranın yanında da iyi gider, benimki dudak tiryakiliği içime çekmiyorum ben de dersiniz,... O, çok özlediğim aadam, yani babam da böyle içerdi sigarasını. Yemeklerden sonra iyi gider kahveyle derdi. Ve bir gün akciğer kanserine yakalandı,6 ay sonra da ayrıldı bizden.Ardında bıraktığı küçük kızı yukarıda yazılanları yaşadı aşama aşama... Ve şimdi anılarını canlandırmak isterken, en unutmak istediklerini canlandırdı. Siz o sigarayı tüm yasaklara rağmen inatla içerken, bir gün bu yüzden ölebileceğinizi ve ardınızda yaşayanların yıllarca bunu ne şekilde taşıyacağını hiç düşündünüz mü? Evet, hepimiz öleceğiz. Mümkünse sevdiklerimize harika kahkahalarla dolu anılar bırakarak ölmek daha anlamlı. Hayatınızın en değerli varlığının arkanızdan bunları yaşamasını istemiyorsanız hemen bugün, şu an sigarayı bırakın!

7 Eylül 2009 Pazartesi

pollyanna

Sahip olduğumuz hiç bir şeyin değerini bilmediğimiz gibi, günümüzün de değerini bilmiyoruz galiba...

Sabah "pazartesi sendromu"yla televizyonu açtım. İki,üç tane gerizekalı görüp biraz eğlenebilirim diye düşünmüştüm. Sıkıldım National Geo açtım. Lösev reklamı çıktı karşıma. Hani şu küçük çocuklu olan "bu gece elimi siz tutar mısınız?" diyen.

Sağlıklı, iş sahibi ve istediğim hemen hemen herşeye sahip bir insan olarak kendime çok kızdım. Bugün okullar açıldığı halde hasta olduğundan, gücü kalmadığından, mikrop kapma riski olduğundan hem eğitimden, hem okul havasından, hem de arkadaşlıktan yoksun kalan pek çok hasta çocuk evinin penceresinden okula gidenlere bakıp iç çekerken salak bir pazartesi sendromuna kapıldığım için...

İçim çok sıkılıyor. Sebeplerim var elbette. Yine de o çocukları, hasta diğer insanları düşününce kendime bunu yapamadım. Galiba ben bir Pollyanna'yım.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Puma'larım ve ben

Geçen ay aldığım Puma Esito L2. Son dönemde gerçekten en beğenerek aldığım Pumalardan. Hala Taksim Puma mağazasında bulabilirsiniz.
Bugün ise Deniz'e laptop çantası ararken bir Puma'm daha oldu. K-Street. Burnu diğer Pumalara göre biraz değişik ama en önemli özelliği oldukça hafif olması. K Street de yine Taksim mağazada var.
Çok uzun zamandır aşağıdakini arıyorum ama hiç bir Puma'da rastlamadım. Bulan, gören olursa haberdar ediniz. :)

güzel başlayan her sabah nasıl biter?

Nasıl bir hayatta yaşıyorum? Bu soruyu son zamanlarda sık sık soruyorum kendime...

Sabah erkenden uyandığımda yaptığım ilk şey sevgilimi düşünüp,gülümsemek oluyor. Sonra masamdaki Sponge Bob ve Patrick'e "günaydın" diyorum. Yüzümü yıkamadan beni son dönemde alarm olarak kuran sevgilimi arayıp uyandırıyorum ki, toplantılarına geç kalmasın. Yüzümü yıkarken Azis gelip lavaboya çıkıyor. Derdi su oynamak. Biraz su oynuyoruz ama kafasını ıslatınca koşarak kaçıyor. Giyiniyorum. An Jin San uyuduğu yerden kalkıp geliyor, her zamanki gibi mıy mıy bir şeyler anlatıyor bana. Sohbet ediyoruz kendi dillerimizde. Sonra kedicikleri doyuruyorum. Ardından arka bahçemizde yaşayan, attığımız mamalarla büyüyen 3 tombik kediciğe mama atıyorum sütle. Bu arada aralıklı sevgilimi arayıp uyandırma çalışmalarımı tamamlıyorum. Herşey harika. Yüzüm gülücüklerle dolu.

Kahvaltı ederken haberlere göz atmak için televizyonu açıyorum. Ve günümün pişmanlıkları başlıyor. Ölümler, şehitler, işsizlik, cinnetle çocuğunu öldürenler, sevgilisinin boğazını kesip kaçanlar, hayvanlara yapılan sonu gelmeyen işkenceler, cenaze ardından çelenkten çiçek almak isteyen çocuklara tekme tokat saldıran camii görevlileri, çöp kamyonuna canlı canlı atılan sokak hayvanları,...

Ve enerjim bir anda düşüyor.

Sokağa çıkıyorum. Daha köşeyi döner dönmez üstünde sabah serinliğine rağmen incecik kıyafetler olan anneannem yaşında bir teyze mendil satıyor. Sessiz, utanıyor belli ki. Yüzü hep yerde. Her sabah bir paket mendil alıyorum teyzeden. Mendil almadan para almıyor. Çocukları yok mu diye düşünüyorum, torunları? Yürürken dönüp dönüp bakıyorum. Hani paranoyak bir toplumuz ya! Para alınca kaçıyor mu, başka paralarını çıkarıyor mu diye. Teyze öylece duvara yaslanmış, belli ki hem ruhu hem bedeni yorgun öyle bakıyor arkamdan...

Daha bir kaç adım atmadan küçük bir kedi koşarak geliyor. Tam çantamdan kediler için taşıdığım azıcık mamayı çıkarmak için çantama atıyorum elimi, bir adam "pissst" diyor ufacık hayvana...Kaçıp gözden kayboluyor kedicik.

Organik kahvaltıcıda dışarıda iki genç kadın oturuyor. Sabah iş öncesi kahvaltı edecekler. Garsona sipariş verirken çok mutlular. Sürekli gülümseyip şakıyor özellikle cici kız modunda pembeler giymiş olan. Garson içeri giriyor, bir kedi kaldırımdan yürürken yanlarına yaklaşıyor. O şeker pembeli kızın ağzından kediye, sadece yanından geçen kediye, öyle bir küfür çıkıyor ki ben stadda bir erkekten böyle küfür duymadım.

Sonra bilgisayarımı açıyorum. Sayısız gruptan sayısız yardım çağrısı. Maddi - manevi. Fatih Camii'nde bitmek bilmeyen hastalık dramı, artık maddi zorluklar nedeniyle ameliyat edilemeyen kedicikler... Lara gibi göz yaşartan hikayeler... Berrak'ın koşup oynayacağı yaşta yaşadıkları

Hayat çok zor aslında. Çekilir kılan tek şey ailem ve aşık olduğum adam. Yoksa gerisi bunlardan ibaret. Yaşanır çekilir dert değil!