24 Aralık 2010 Cuma

Hepsi BENİM: Ne, Her, Son, Hep, Yeni, Asla, Hiç, Yok, Var!

Yepyeni bir yıl geliyor yine... YENİ umutlar, YENİ heyecanlar, YENİ başlangıçlar, YENİ  YENİ  YENİ ...

Öyle mi gerçekten? Yani hayatımıza 1 tek gece YENİlik mi getiriyor? Yoksa illa ki bir itici güç mü gerekiyor hayatımıza bu YENİliklerin gelmesi için? Demek ki gücümüz kalmamış HİÇ! :)

Böyle şeylere inanmamak lazım. Elbette HEP beraber eğlenmek lazım. Ama aslında:

hayatın HER gününü YENİ yılın ilk günü kadar temiz, heyecanlı, tazelenmiş, güçlenmiş yaşarken, hayatımın SON günü gibi derinden yaşamam lazım!

HER günün deli stresine, yoğunluğuna kapılıp sevdiklerime onları NE kadar sevdiğimi söylemekten hiç VAZGEÇMEDİM ben...

NE zaman içimden gelse ufaklı, büyüklü hediyelerle onları mutlu etmekten de VAZGEÇMEDİM! Bunun için yeni yılı beklemedim ASLA!

İçimden geçen duyguları saklamadım HİÇ! Kızdım, sevindim, sevdim, sevildim, mutlu oldum, üzüldüm, kırıldım, güldüm, eğlendim, eğlendirdim, sinirlendim, bağırdım, ağladım, beğendim,... Paylaştım HEP! İçime atmadım ASLA!

Rol yapamadım, oynayamadım HİÇ! Kendim oldum HEP! Bundan da ASLA VAZGEÇMEDİM!

Gördüklerimi görmezden gelemedim HİÇ! Sırtımı dönüp gidemedim ASLA!

Plan yaptım HEP! yapıyorum  da ama onlara takılıp, yaşadığım anı unutmadım HİÇ!


Geçmişin üzerinde tozlar, geleceğin üzerinde bir sihirbaz örtüsü var! Onlara takılıp, anın BÜYÜsünü bozmadım HİÇ!

Yeni yıldan beklentim YOK!: Hayallerim VAR ve onları gerçekleştirecek kadar gücüm! Ve HEP benimle olmalarını istediğim SEVDİKLERİM!

17 Aralık 2010 Cuma

Av Mevsimi


Türk filmlerinin artması için en azından gişelerde desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hani oturduğumuz yerden "olamış bu" , "yine becerememişler", "Türk filmi abi!" demektense gidip sinemada izleyip, ondan sonra fikir beyan etmem gerektiğine inanıyorum.

Ünlü kullanımı konusuna fazlaca takıldığımız bir dönemin ardından "Av Mevsimi" için de çeşitli önyargılar hemen çıkıverdiler sahneye. Cem Yılmaz'ın popüleritesi nedense sürekli olarak oyunculuğundan çok fazla bir şey beklememek gerektiği gibi bir yargı oluşturmuş insanlarda.

Filmin senaryosu olarak oldukça zayıf. Hatta öylesine zayıf ki belli ki işledikleri konunun uzmanlarından pek de destek ve yardım almamışlar. Dolayısıyla konunun biraz içindeyseniz ne yazık ki, çok fazla saçma noktayı buluveriyorsunuz.

Oyunculuklar kısmında ise, tam olarak "budur" diyemedim. Şener Şen yıllar boyu oynadığı çok sayıda "trajikomik" karakter nedeniyle oynadığı role bir türlü oturmamış. Daha doğrusu belki daha önceki filmlerini izlemeyen biri daha farklı düşünür, ama biz o filmleri ezbere bilen nesil olarak Şener Şen'i oraya yakıştıramadık. Cem Yılmaz, daha kendisine oturan bir rolde ama onun da bazı bölümlerde abartıları mevcuttu. Çetin Tekindor'u her zamanki gibi sonuna dek takdir ediyorum lafım yok.

Filme dair ne çok beğendiğim nokta filmin fragmanında da gördüğümüz nehir çekimleri... Çok başarılı. Hani sonrasını görmesem bir Hollywoord filmi diyebilirim. Ama o el herşeyi bozuyor. Daha gerçekçi olsaymış keşke.

Ama bunların dışında ortalama bir film diyebiliriz. Yine de sinemada izlemek, evde izlemekten çok farklı. Ki her zaman, zamanınız ve bütçeniz el veriyorsa filmleri sinemada izlemelisiniz derim.


SPOILER: Keşke bu tür bir filmde  organ kaçakçılığı konusuna biraz dikkat edilseydi. O kadar iki ucu keskin bir konu ki, tek bir haberle insanların organ bağışlamaktan vazgeçtiklerini düşününce bu film umarım çok fazla hasılat yapmaz demeden geçemiyor insan. Üstelik cidden organ nakline hiç de müsait olmayan şartlar ve durumlara rağmen, herşeyin yapılabilir olması da cidden konuyu detaylı bilenler için alay konusu olabilir.

14 Aralık 2010 Salı

MARTI

Geç verilen haber: Mart dergisi çıktı!


Her konuda pozitif değerler yaratmayı ve paylaşmayı seven herkesin okumaktan keyif alacağı bir online dergi. Ve benim de bol patili bir bölümüm var :) Sayfa 39 ve 40 ta ilk yazımı okuyabilirsiniz. Yorum da yaparsanız sevinirim.

2. sayı geliyor bile. İlkini buradan okuyun ki, eksik kalmayın dedim :)

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kelimeler Olmadan Da... O bilir...

Ne doğru söz: Bir tek annem olsun, bana bir şey olmaz! :)

Daha önce yazdıklarımı okudum önce... Sonra acaba ne yazsam da onun hayatımdaki yerini, değerini anlatmaya yetse dedim. Yazdım, sildim, tekrar yazdım, yine sildim...  Yetmedi yazdıklarım, bidiğim hiç bir kelime onu anlatmaya yetmedi, az geldi...

Annemin doğum günü, benim için kendi doğum günümden bile önemli! Bugün ben ben olabilmişsem, hakeden insana sevgisini sonsuz sunabilen, değer vermeyi bilen, gördüğü sevgiye ve değere layık olabilen, yufka yüreğiyle ota boka ağlayabilen, ."her canlının bir yaşam hakkı olduğu"nun fazlaca farkında olan, hayvanları çok seven, çocukların enerjisine bayılan, yaşlıların deneyimlerine saygı duyabilen, burnunun dikine gitme konusunda uzman, "özür dileme"yi becerebilen, yaşadığı her şeye rağmen hep umutla ileriye bakabilen, her düştüğünde kendi başına da kalkabilen, kendi ayaklarının üstünde durma delisi, deli dolu, mutlu, anın kıymetini bilen, "seni seviyorum" diyebilen, ... Böyle biri olabilmemin baş sebebidir o.

Hep söyledim yine söylüyorum: Pek çok kız çocuğunun aksine ben tam da annesi gibi bir anne olmak isteyen ender tiplerden biriyim. Bunu başarabildiğim gün, hayatta gerçekten başarmış olacağım. İşte o zaman, bir şeyler yazmaktan da vazgeçeceğim belki de, anlatabilmiş olacağım ona ne kadar hayran olduğumu kelimeler olmadan da... O gün yanımda olursa annem, ben söylemeden de bilecek ki o benim herşeyim olmuş.

Nice yıllara canım annem! Hayat bize, birazcık da olsa büyüyen küçük ve mutlu ailemize şans, sağlık ve mutluluk getirsin! Çünkü seni gülerken görmek tüm dünyaya bedel...

4 Aralık 2010 Cumartesi

Kitap Tavsiyesi

Hiç bütün hayatınızın bir anda, bir kaç saniye içinde değişebileceğini düşündünüz mü? O güvenli ve huzurlu limanın bir anda bir fırtınayla yerle bir olacağını ve savrulup gideceğinizi...

Ard arda 2 kitap okudum. İkisi de tesadüfen aynı konuyu işliyordu. Genelde iş dışında kafamı çok yormayacak, çerez kitaplar da okumaya çalışıyorum. Bir çeşit terapi diyelim. Bu yüzden de genelde erkeklerin "kız kitabı" olarak niteleyeceği, romantik aşk yerine trajikomik hayat hikayeleri anlatan kitaplar okuyorum. Bu türün en beğendiği serisi "Undead & ..." olan seriydi. Undead & Unwed, Undead & Unemployed, ... Hani bazen şöyle tüm kaygılardan, endişelerden, sıkıntılardan bir saatliğine kaçmak istediğinizde okumanız gerekenlerden.

Son dönemde okuduğum kitaplardan ilki "Pasaklı Tanrıça" idi. Pasaklı Tanrıça, hayatıını kariyerine adamış, aşk hayatı beklediğinden vasat olan ancak bunu görmezden gelen başarılı bir iş kadının bir anda ters yüz olan hayatını anlatıyor. Kahramanımız, bir mikrodalganın bile nasıl çalışacağını bilmeyen, ev işlerine elini sürmemiş biriyken bir anda kendisini ev işlerinin tam içinde buluveriyor.

Son okuduğum kitap ise tesadüfen aldığım ve yine aynı konuyu işleyen başka bir trajikomik kız kitabı... "Kayıp Köpekler ve Yalnız Kalpler" Bu kitap yerine "Karpuz" un ikincisini arıyordum. (Hatta TT ile buluşup Numnum arsızlığı yaptığımız, D&R'da tesadüfen Ayşem ile karşılatığımızda aranıp aranıp son anda aldığım kitap bu.) İsminde kedi / köpek gördüğüm her kitabı aldığım gibi bunu da aldım. Kitap harikaymış!



Şehirde zengin ve steril hayat süren, evli sevgilisiyle yaşadığının aşk olduğunu düşünen, ev işlerinde beceriksiz başarılı bir PR' cının  hayatı bir kaç günde alt üst olur ve kendisine teyzesinden miras kalan bir köpek sahiplendirme merkezi ve vasiyet işleri için bir kasabada bulur. Yolu burada bebek sahibi olmak için çok çabalayan evli bir çiftle, yeni boşanmış 2 çocuklu bir genç kadınla, geleneksel bir hayat süren yakışıklı ve bekar bir veterinerle ve barınak gönüllüleriyle kesişiverir. O güne dek, hayvan sevdiğini bile farketmeyen kahramanımız, aşkı, huzuru, insanların hayatlarına dokunmanın verdiği güzel duyguları ve terkedilen köpeklere 2. şans yaratmanın verdiği hazzı bulunca eski hayatına dönüp dnmeyeceğini düşünmeye başlar ve olaylar beklemediği şekillerde gelişir. Çok sevdim kitabı...

Bu 2 kitabı kafanızı dağıtmak için okuyabilirsiniz. Hızla biteceklerdir :)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Bana Bir Şey Olsa...

Şu hayatta en korktuğum şey "bana bir şey olursa" ile başlayan cümleler olur hep. Sevdiklerimden duymak istemem hiç. Ama biraz önce okuduğum bir olay, bunu düşünmeme neden oldu.

Çocuklarının arayıp sormadığı yaşlı adam, can yoldaşı olsun diye bir Husky dost ediniyor kendisine. Korkulan gün geliyor ve yaşlı adam hastaneye kaldırılıyor. Komşular başka kimsesi olmayan adamın köpeğine göz kulak oluyorlar site içinde. İyileşip dönecek düşüncesiyle ama ne yazık ki adam hayata veda ediyor. Bunu duyan çocukları miras bölüşmeye üşüşünce komşular, köpeği hatırlatıyorlar. Malesef sonuç tanıdık... Bir "insan" komşusunun emaneti olarak gördüğü cana kısa süreliğine sahip çıkıyor ve sahip aranıyor.

İşte durum bu olunca "ya bana bir şey olursa" lar basıyor ruhumu. Bana bir şey olursa annem, ağabeyim, sevgilim, dostlarım, arkadaşlarım aynen bu sıralamayla kahrolurlar biliyorum. Ama acılarını anlatabilir, ağlayabilir, birbirlerine destek olabilir ve zaman denen örtüyü çekebilirler üstlerine.

Benim "bana bir şey olursa"larım hayatımdaki konuşamayan çocuklarım - kedilerim- için. Bana bir şey olsa biliyorum sevgilim, onlara kimsenin dokunmasına izin vermez, şimdi baktığı kadar iyi bakar onlara. Annem, kıyamaz onlara hiç. Ağabeyim bakacak zaman yaratamasa da, mamalarını, sevdikleri balıkları almaktan asla vazgeçmez. Düşündüm de, benim sokaktan gelip, Husky gibi cins bile olamayan çocuklarım çok ama çok şanslılar. Sadece bunu düşününce bile huzurlu ölebilirim.

ps: Ölmüyorum, yani sanırım. Daha görmek istediğim bazı güzel günlerim var :)

22 Kasım 2010 Pazartesi

Remember Me

Konuya dair bugüne dek pek çok film çekilde aslında. Ama hiç bir film bu kadar güzel bağlanmamıştı oraya.


Biri annesinin cinayetine tanık olmuş bir polis kızı, diğeri ise ağabeyinin intiharıyla ailesi darmadağın olmuş bir genç adam. "Remember Me" bu iki insanın aşkını konu alıyor. Sıkmadan aşkı, kopuk aile ilişkilerini anlatıyor. Ama filmin özünde aslında bambaşka bir konu var. Onu da izleyip bulun diyorum. Ama sonuna dek sabretmeniz lazım.

Filmin imdb sayfasına bakarsanız Lost'un Claire'ini ve Pierce Brosnan'ı görebilirsiniz. Oyuncular ciddi performanslar sergilemişler. Film bir sinema filmi değil, evde izleenebilir. İlginç efektleri vs yok. Ama sonuna dek sabrederseniz, bu aşkın geldiği noktaya benim gibi üzüleceksiniz. Eminim!

Death Bell - Ölüm Zili

Death Bell isimli filmin detaylarına imdb sayfasından ulaşabilirsiniz. Aldığı 5.8 puanın bu filme çok fazla geldiğini, 3 puanın yeterli olacağına inanıyorum :)

Son dönemin yükselişinde Japon ve Güney Kore asıllı korku filmleri vardı. Bu yüzden genel kanı Japonların iyi korku filmi çektikleri yönünde olsa da, bunun tersine işleyebileceğini de bu Güney Kore filmiyle görmüş olduk. 

Film okulun ara tatile girmesiyle en başarılı 30 öğrencinin kursa çağrılmasıyla başlıyor. Klasik şekilde ezik öğrenciler ve kaçık öğrenciler bir arada ders alıyorlar. Derken, yıllar önce okulun havuunda ölen bir okul öğrencisi hakkında bazı dedikodular dönmeye başlıyor. Ve bi anda öğrenciler okulda, elektriksiz kilitli kalıyorlar. 
Buradan sonra yıllara gömülmüş olan sırlar ortaya çıkıyor ve ölümler başlıyor. 

Filme ait, ne iyi bir oyunculuk performansı, ne efekt, ne proüksiyon, ne de başka bir güzel uygulama var diyemem. Üstelik ne korku filmi, ne de gerilim. Bir kaç kanlı sahne ve ölümlerle işi götürürüz sanarak çekmişler. Malesef oldukça vasat ve gereksiz bir film olmuş. 

Ben genelde film tadına çok güvemediğim kimsenin fikirlerine kulak asmam ve kendim izlemek isterim. Bu yüzden bana göre  vasat olan bu filmle zaman harcamak isterim derseniz buyrun

Artık Yıl - Leap Year

Filmimizle ilgili detaylara imdb sayfasından ulaşabilirsiniz. 6.1 almış ve bence yeterli bir puan :)


Pek çok romantik komedi filminin tersine, bu defa filmin ilk yarısı çok daha eğlenceli. Son yarı bildiğimiz romantik ve masalsı film tadında ilerlediğinden çok büyük bir komedi seansı beklememek lazım. Ama esas oğlan çok başarılı bir oyunculuk sergilemiş. 

4 yılda bir gelen 29 Şubat, İrlanda'da kadınların erkeklere evlenme teklif ettikleri tek tarih. Ve yıllardır sevgilisinden evlenme teklifi bekleyen kızımız, sevgilisinin peşinden İrlanda'ya gelerek bu şansı kullanmak istiyor. Ancak uçağın yaptığı zorunlu inişle her şey bir anda değişiyor. 

Filmin prodüksiyonu, müzikleri veya efektileri oldukça sıradan. Söylediğim gibi, esas oğlanın performansı cidden izlenmeye değer. Evde, canınız sıkıldığında eğlenceli vakit geçirtebilecek bir film ama fazlasını beklemeyin :)

Filmi online olarak buradan da izleyebilirsiniz. 


6 Kasım 2010 Cumartesi

Güle güle serseri :(

2009 Ekim 4... Harika bir Ekim sabahı ellerimde güllerle sevgilim beni çekiştirerek Moda'ya götürdü. Kahvaltı edecektik, o gün doğum günümdü. Hep az ve özü evdim hayatımda. Kalabalığı ve çoğu sevemedim. Ve o gün karşımda az ve öz vardı. En sevdiğim ve beni en seven az ve özler. Yakışıklı, güzel kalpli adamlar ve güzel, kocaman kalpli kadınlar... Onlardan biriydin Davut, o güzel kahvaltı masasının komik, yakışıklı ve yaşam dolusu... Böyle güzel bir fotoğrafın güzel bir parçasıydın. Hep böyle kocaman ağız dolusu gülerdin. Bir de bunun çok çapkınca olduğunu söylerdin :)



İlk defa bir likemindda TT tanıştırmıştı bizi. Şöyle bir tip tip bakmıştık birbirimize, "ıyyy ne ukala" diye düşünmüştüm o sırada ki;  bana"bu mu o küçük ukala" diyivermiştin. Sonra ısınıvermiştik. Projelerin, hayallerin vardı en kocamanından. Ama konuşmakla kalmıyor çabalıyordun da. En sevdiğim halin de buydu, hiç pes etmiyordun...

Şimdiyse kelimeler boğazımda düğümlü, yaşlar gözlerimden aktı aktı... Son 1,5 aydır sana gelmeye cesaretim olmadığı gibi şimdi de gidemiyorum hastaneye. Kanser hücrelerini ağabeyime sorduğumdan günden beri gelemiyorum yanına. Babamınkilerle aynıydı ve seyri de öyle. Seni babamı hatırladığım gibi hatırlamak istemedim. Zayıf, üzgün, gözleri sönük, yaşam enerjisini yitirmiş hatırlamak istemedim. Aklımdaki hayalin, unutmak isteyeceğim bir görüntü olsun istemedim. Bana facebooktan da yetiştin sen zaten.

 Gitsem, zırıl zırıl ağlayacağımdan, kırmızı bi burun ve bir çift gözle bir işe yaramayacağımdan korkuyorum. Ailene destek olamamaktan... Çok benzer bir hastane sürecini aynı hastalık nedeniyle 15 yıl önce yaşadığımdan gidemiyorum. Hiç bir işe yaramayıp, öyle ayak altında dolaşacağımı biliyorum.

İyi tarafından bakmaya çalışıyorum, kurtuldun demek bana yetmiyor. Hepimiz aynı yere gideceğiz, bir gün yine görüşeceğiz de teselli etmiyor. İşin aslı hepimiz umudumuzu kaybetmedik ama bugünün geleceğini biliyorduk. Sadece sana, o güzel adama ölümü yakıştıramadık, hepsi buydu. Ve sen, belki de asla bir araya gelmeye katlanamayacak bir çok kişiyi sanal olmaktan çıkartıp, bir araya getirdin, kenetledin.

Gittiğin yerde acıların olmasın "serseri", "nerem serseri lan benim" deme bana öylesin diyince gülümse yine sadece,  etrafın seni hep kollayacak "melek"lerle dolu olsun. Çapkınlığa tam gaz devam et sen yine. Yine hayallerin olsun gözlerini ışıldatan. Çünkü ben seni öyle hatırlıyorum...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Kadının Başına Her Ne Geliyorsa Kadından

Bugün bizzat bebeği muayene eden doktorlardan birinden öğrendim. Allak bullaktı sesi, duruşu.

Çok değil bir hafta önce hastaneye idrar yolları problemiyle geliyor 4 aylık bir minik kız bebek. Tahliller tetkikler derken bebeğin idrarında sperme rastlanıyor. Adli rapor tutmak isteyen hastane işlem başlatıyor ki, bebekle annenin yerinde yeller esiyor. Polis peşlerine düşüyor, araştırılıyor denirken bir haber geliyor 2 gün önce. Ümraniye ormanlarında 4 aylık bebek cesedi... Ve tahminler doğru:

Bebek, 1 hafta önce tecavüze uğrayan o minik... Minicik bedenine hiç yakışmayan ölümle bir ormanda yatıyor. 4 aylık kısacık hayatına bir tecavüz, bir de cinayet kurbanı olmayı sığdırıveriyor. Yaşıtları sıcacık kucaklardan inmezken, o tek başına bir ormanda ölü bulundu.

Ve ne yazık ki, bu dramın perde arkası daha da iğrenç...

Bir adam ve bir kadın birbirlerini sevip, evleniyorlar ve bir minik kızları oluyor. Ancak bu arada adamın askere gitmesi gerekiyor. Askerdeyken içi rahat olabilsin diye, karısını ve kızını kayınpederinin ve kayınvalidesinin evine bırakıyor. Kendi öz kızlarını ve öz torunlarını, onlara emanet ediyor. Ne yazıktır ki, dede emanete hıyanet ediyor. Kendi öz torununa önce tecavüz ediyor, ardından da öldürüyor ve ormana atıyor.


İşin ardında ise binlerce soru kalıyor... Bebeğin annesi bu durumdan haberdar mıydı? Öyle ise, bir anne nasıl buna göz yumar? Kendisi de öz babası tarafından küçüklüğünde taciz edilmiş olabilir mi?Ya kendi annesi, o da bunu göz göre göre saklamış olabilir mi?

Biz kadınlar, öyle baskılarla büyüyoruz ki bu toplumda. Sanki herşey bize karşı. Nedense kadın için bu toplumda hayatta kalmak daha zor. Tam bir misyon. Hayatta kalmak büyük bir görev! Kızlar okutulmalı derken bile bir taraftan bilinç altımızda bir ayrımcılık yapıyoruz. Okumalı ki, koca eline bakmamalı. Bir kız çocuğu tecavüze uğrarsa bunu konuşmamalı. Konuşmamalı ki, evlenmesi mümkün olsun. Daha da önemlisi ailesi rezil olmasın. Kızları "lekeli" denmesin. Susmalı ki, eğer azıcık şanslıysa ağabeyi veya babası katil olmasın. Bu yüzden onlara bile anlatmamalı. Kısacık giymemeli. Giyerse de tecavüze, tacize isyan etmemeli. Kısacık giyinip, sonra da mağdur rolü kesmemeli. Hele bir de akşam karanlığı basınca sokakta olmamalı. Bu liste böyle uzar gider malesef... Her defasında da ölen ölür, kalan sağlar bizimdir ne de olsa.

Çünkü aslında ne geliyorsa biz kadınların başına, bunun asıl suçlusu erkekler değil, yine kadınlar! Oğlunun pipisini amcalara göstermesinden zevk duyan anneler... Oğlunu "kız gibi" yetiştirmekten şiddetle kaçınan anneler... "Erkek değil misin, çapkınlık da yapacaksın, kadın elinin kiridir" diyerek kendi hemcinsine çirkefleşebilen anneler... Kocasının öz çocuğuna tacizini "elalem ne der" diyerek saklayan anneler... Kocasının bahçedeki köpeği geceleri taciz ettiğini bile bile, evinde 2 küçük çocuğuyla yaşamaya devam eden anneler...

Bugün kadınların başlarına her ne geliyorsa suçlusu yine kadınlardır. Ve artık oturduğunuz yerden ah vah demeyin. Kendi öz çocğuna, torununa tecavüz edenlerle aynı sokakta oturuyorsunuz. Belki aynı marketten alışveriş yapıp, aynı fırına, kasaba veya manava uğruyorsunuz.

Gördüğünüz, bildiğiniz veya şahit olduğunuz hatta ve hatta minicik bir dedikodu olarak duyduğunuz hiç bir şeyi saklamayın! Açığa çıkarmazsanız, yarın bir ormanda ölüsü bulunan tecavüz mağduru 4 aylık bebek sizinki olabilir!!!

17 Ekim 2010 Pazar

Yürüyüş Hikayesi: Şeytan İnsanlığın İçinde

Bazen hayatta hepimizin bir misyonu olduğuna çok kaptırıyorum kendimi. Dünyadaki kötülerin bile bir misyonu varken... Ben bütün insanları sevmiyorum, sevemiyorum hümanist falan değilim. İnsanların değişeceklerine, bir gün tüm kötülerin doğru yolu bulacaklarına falan da inanmıyorum. Hümanistlikle hiç ilgim yok. Çok fazla insan tarafından iyi niyet gördüğümde hayatımın safsatayla dolmaya başladığını düşünüp, şöyle bir silkeliyorum hayatımı.

Hayatta 3 şeyle ilgili misyonum var: - masumları ve savunmasızları elimden geldiğince korumaya alabilmek... Benim için masumluğun ve savunmasızlığın 3 türü var: yaşlılar, çocuklar ve insanlar dışındaki canlılar. Diğerlerinin kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğine inanıyorum. - istisnalar elbette oluyorlar.

Bir süredir 5199'un değişmesi için başlayan çaba, İzmir'deki sapığın bir zavallı ve yaşlı tekiri şeytanca öldürmesiyle ateşlendi. Şeytanı boşuna başka yerlerde aramayın, şeytan insanlığın içinde...


Bir kere izleyebildim o kara görüntüleri, bir daha bakamadım. O kadar cesur değilim! Biliyorum ki, soğumaya başlayan havadan sığındı o kutuya. Uyuyacaktı bir kaç saat ve sabah sahibi gelince yeni bir gün başlayacaktı. Karnının yeniden doymasına az kalmıştı. Kutusuna girdi yattı. Bilemezdi ki,o son gecesiydi. Birazdan tekmelerle havaya sıçrayacaktı. Canı yanacaktı. Kafası bir insanın topuklarıyla ezilecekti. Kanı kaldırımı ıslatacaktı ve bir daha uyanmayacaktı.

Sanmayın ki o tekir, bu şekilde katledilen ilk sokak hayvanı. Böyle sananların Alice'in harikalar diyarından çıkmaları lazım. Çıkıp bu ülkedeki barınak gerçeklerine bir göz atmaları lazım. Tecavüze uğrayanlar, sahibi tarafından darp edilenler, sokağa atılanlar, kapının önüne bir daha gelmesin diye üstüne kaynar su dökülenler, uyuz oldu diye yakılanlar,... Onun ölümü kameraya yansıdı diye bu kadar tanındı, bilindi. Onun gibi katledilenlerin sesi oldu, kemiğe bürünmüş hali oldu.

Bir kere gördüm o kara görüntüleri ama aklımda defalarca oynadı istemediğim halde. Hepsi sokaktan gelen 3 kedime ne zaman baksam o görüntü başa sarıyor bir haftadır. En çok da onun gibi bir tam tekir olan Azis'e ne zaman baksam... Birinin ona tekme attığını değil, kötü niyetle baktığını bile düşününce içimden bir seri katil fırlayacakmış gibi hissediyorum, nefeslerim hızlanıyor.

İçimdeki duygunun tarifi yok: sinir, kızgınlık, üzüntü, öfke,... Henüz anne değilim ama bir anne bebeği için ne hissederse, onu hissediyorum üçü için de. Anne olmak için doğurmanın gerekliliğine inanmıyorum. Ne doğuranlar gördük... Bu yüzdendir ki; bu olaylarda en fazla tepkiyi annelerin vermesi gerektiğine inanıyorum. Gelecekte kendi çocuğumun böylesi sapıklarla değil arkadaş olmasını, aynı kaldırımda bile yürümesini kaldıramam.

Oysa ben de bilirdim bütün gün sıcak evimde popomu yayıp, pijamalarımla TV karşısında yayılmayı. Üstelik sevgilim 40 yılda bir cumartesi çalışmazken. Kedilerimle sıcak sıcak yatıp yuvarlanmayı. Kızlarla bilmemne cafede alışveriş sonrası dedikodu yapmayı... Ama bugün önemliydi orada olmak, oldum da!



Bugün saat 15:00 te Gezi Parkı'ndaydık. Nedense ilk bakışta hiç "sadece insan" yoktu. Hani hayvan sevmeyen ama bunun bir adım ötesinin çocuğa yöneleceğinin farkında olanlardan. Çok az çocukla gelen anne vardı. 2-3 bilemedim 5. Ama 10 değildi. bugün yürüyenlerin hepsi hayvanseverdi. Bir tane de "ben hayvan sevmem ama çocuğumun sapıklarla büyümesini de istemem" diyen yoktu. Bir gün son hayvansever bu dünyadan göçtüğünde, bu dünya yaşanmaz bir hal alacak.  Meydan sapıklara ve iş işten geçince veryansın edecek annelere kalacak. Gerçek mahşer o zaman başlayacak.

15:30 da pankartlarla, resimlerle ve sloganlarla alkışlarla çıktık İstiklal yürüyüşüne. Beyoğlu taksicileri önce yol tıkandı diye çaldıklarını düşündüğümüz uzun kornalar çaldılar. Sonradan anladık ki, destek veriyorlardı. Gezi Parkı'nda dağınık durdukları için, az görünen kalabalık uzunca bir kuyruk oluşturduğunda ve kalabalığın başı ve sonu farklı sloganlar attığında anladık ki aslında çokuz! Bu akşam öğrendim bin kişiden fazla olduğumuzu. Hava güzeldi şansımıza ve bu yürüyüşte de 4 ayaklı dostlarımız bizi yalnız bırakmadılar.  UPS işçilerinin alkışlı destek jestini, "UPS işçisi yalnız değildir" diyerek karşıladık.

Etraftan çok acaip tepkiler gelmedi. Beklemiştik oysa, "çocuğa tecavüz ediliyor kedi-köpek mi kaldı"cılardan tepki. Kimbilir belki de bu kadar kalabalık olmamızdan ürktüler. Bir yaşlı kadın hepimize tek tek bela okudu. Onun da akıl sağlığına verdik.

Alkışlayanlar da oldu, algılayamayanlar da. Sevgilisinin elinden tutmuş yürüyen gencin "kedi öldü diye bu kadar kişi mi yürür ya" diye sırıtmasını bir Gülay Abla gençliğine verdi, ben mallığına verdim şahsen. Açıklamanın ardından da dağıldık.

Biliyoruz ki son olmayacak insanın insana kıydığı bu ülkede bu canlara kıyım... Ama bir cezası olacak. Sapık yakalandığı gün 30 TL ile serbest kalmayacak. Canın bedeli para ile ödenmeyecek. Yapma isteği duyanın bile eli gitmeyecek.

Ama bunlar olmazsa sevgili anneler, çocuklarınızı her yerde daha da korumak zorunda kalacaksınız. Ve özellikle bugün işi olmadığı halde gelmeyenler, tecavüz ve şiddet sizi bulduğunda herşey için çok geç olacak!

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kahve ve Nescafe Notları

Şurada anlattığım Nescafe Greenblend, Vitalift ve Lift-aktif lansmanı için düzenlenen blogger etkinliğinden kahveye ve Nescafe'ye dair öğrendiklerimi paylaşmak istedim. Kesinlikle çok öğretici, besleyici, eğlenceli ve iyi planlanmış bir organizasyondu.

* Kahve, dünyada tercih edilen ilk 3 içecekten biri ve % 100 doğal bir içecek. İşlenmesi sürecinde de dışarıdan bir kimyasal girmiyor. Ancak üçü bir arada ürünler için % 100 doğaldır denemiyor.

* Dünyada saniyede 4500, Türkiye'de ise saniyede 65 fincan kahve tüketiliyor.

* Kahve, diğer pek çok meyve ve sebze gibi hücrelere çok faydalı olan antioksidan içeriyor. Antioksidan, özellikle nar, üzüm, ceviz, kırmızı biber, kakao, çikolatada bulunur. Kahvede bulunan antioksidan 2000 yılından sonra bulundu. Antioksidan ve kafein birbirinden bağımsız olarak içerikte yer alırlar.

* 1 kadeh kırmızı şarapta 200-300 mg, 1 kupa kahvede 150-350 mg, 1 kupa kakaoda ise 150-200 mg antioksidan bulunur.

* Yeşil çayda da bulunan antioksidan, 2 gram kahvede her defasında aynı antioksidanı verir. Ancak çayda demleme süresine bağlı olarak farklı miktarlarda açığa çıkar. Dem süresi uzun tutulmalıdır. Çayın acılığı antioksidanın açığa çıktığını gösterir.

* Kahvenin kavrulma derecesi çok önemlidir. Kahveyi ise  100 derecede kaynamış suya değil, 80 derecede kaynamış suda yapmak ve her kupa için 1 tatlı kaşığı kahve koymak idealdir.

*  Kafeinli içecekler için söylenen selülit ise kahve için bir dedikodudan ibaretmiş, kızlara iyi haber :)

* 300 mg kafein ( 6 fincan Nescafe Gold) hamileler için bile güvenli dozdur. Ancak Türk halkının gün içinde çay ve cola tüketimi de göz önüne alınırsa, 2-3 fincanda kalmak ideal.

* Kemik erimesinde etkin olması için ise, günde 600 mg kafein (12 fincan kahve) içmek gerekiyor. Oldukça zorlamak lazım yani. Bu şarta bağlı olarak bile kemik erimesine neden olmadığı, ancak var olan kemik erimesini artırdığı söylendi.

* Kahve hafızayı geliştirip, odaklanmayı sağlıyor. Ve elbette uyanıklığı sağlıyor. Aslında uykusuzluk yapmıyor. Ancak kafeine hassas bünyelerde uykusuzluk yapabilirmiş. Bu da 3 gün sürüyor. 3 günün sonunda vücut bağışıklık geliştirmiş oluyor.

* Kafein bağımlılık değil, alışkanlık yaparmış. (Bağımlılıktan 1-2 günde kurtulmak mümkün değil)

* Süt içenlerin % 73'ünde şişkinlik oluyor. Bu nedenle kahveyi sütle değil, coffeemate ile içerek şişkinliği önleyebiliyoruz.



* Lansmanı yapılan Vita-lift ve Lift-aktif sadece Türkiye'ye özel üretilen, Türkiye tarafından geliştirilen ürünler. Üretilmeden önce tüm aktarlar dolaşılmış. En iyi bilinen şifalı bitkilere bakılmış. Ve Türk halkının siyah üzüm çekirdeğini çok iyibildiği ortaya çıkmış.Bu ürünleri şimdilik büyük zincir marketlerde bulabilirsiniz. Önce faydalarını anlatmak istiyorlar. Sonrasında erişimi elbette kolaylaştırılacak.

* Lift-aktif düşük kalorili. Bağırsakların çalışmasını rahatlatıyor. Prebiyotiklerle üretilmiş.

* Vita-lift ise siyah üzüm çekirdeği eklenerek üretilmiş. Cilde iyi gelmesinden öte, günde 3 kupa tüketilmesiyle günlük e vitamini ihtiyacını karşılayacağı iddia ediliyor.

* Bir de greenblend var. Ki ben tadını cidden çok sevdim. Dünyada ilk defa % 35 oranında yeşil kahve çekirdeğinden üretilmiş. Yeşil kahve çekirdekleri daha yüksek antioksidan içeriyor.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Üç :)

Dün gece erkenden uyudum. Harika bir gündü, kötü haberler duymayayım da aynen öyle bitsin istedim. Depremi saymıyorum.

Sevgilim ve TTcim bana harika bir doğum günü organize etmişlerdi geçen seneki gibi. Emirgan Sütiş'e girerken sevgilime arsız çocuklar gibi "bana sponge balonu aaal" diye söylendim. Oysa aceleyle içeri girmek istiyordu. Meğer zaten içeride muhteşem dostlarımla bir Sponge Bob balonu, harika bir Sponge Bob pastası (Ayşem bitanesin), kedili medili hediyeler, zarlı bol şans getirecek bir bileklik beni bekliyordu. O muhteşem kahvaltı için Simto'ya, Nur'a, Harun'a, Devletşah'a, Ayşem'e, Müge Doğrular'a, TTciğime ve sevgilime kocaman teşekkürler...


İnsanın mutlu olmasıyla, kendisini mutlu sanması arasında incecik bir çizgi var sanırım.  Ve ben bu çizginin hep bir tarafında kalmaya çalışıyorum. Mutlu olmak tarafında. Annemle uyanmak da saf mutluluk benim için. Sevgilimle uyanmak gibi. Bu sabah, annemin kollarında uyandım sabahıma. Aynen 1982 ekiminin 4'ünde yaptığım gibi.

İşe gelmek için servis saatinde evden çıkıp, servis yerine vapura bindim. Böylece köprü yolunda telef olmaktansa, vapurda temiz hava eşliğinde çay içerek işe yarım saat önce geldim. TTmin harika sesiyle ve yazısıyla doğum günü açılışı yaptım, arkası geldi tabii :)


Son bir yılımda kendimi mutlu sanmak yerine, mutlu olmakla ilgilendim. İyi gelişmeler kaydettim. Mutsuz olduklarımı hayatımdan çıkarabilmeyi başardım mesela. Mutlu edenlerin peşinden tüm zorluklarına rağmen ayrılmadım. Ama Pollyanna gibi her günümü mutlu olarak geçirmedim elbette. Üzgünsem üzüntümü de yaşadım sonuna kadar. Çünkü üzülmek, aslında mutluluğun seviyesini 2 katına çıkartıyor. Bunu farkederek üzülünce insan, daha çabuk su üstüne çıkıyor. Bunu başarmak için minicik bir ipucu vereyim: anı yaşamaya çalışın.

O gün, canınız dışarıda arkadaşlarınızla içmek yerine, sevgilinizle pijamalarınız eşliğinde dizi izlemek istiyorsa, "yarına çıkmayabilirim" psikolojisiyle hayatı koştur koştur yaşamayın. Canınız o an ne istiyorsa, onu yapın.

Mesela ben bol bol uyudum bu sene. Uykusuz kaldığım ve gecesi gündüzü belirsiz danışmanlığı bıraktığımdan beri, akşamlarıma iş karıştırmamaya özen gösterdim. İşi işte bırakmanın sorumsuzluk değil, kaliteli yaşam olduğunu öğrettim kendime. Ve bunu başardım. (hayatımda ne kocaman bir fark olduğunu anlatmam mümkün değil.) Sevdiklerime daha sabırlı olabilmeyi, yine de çok canımı acıtsa da bazen bazı kararları anında verebilmeyi de öğrettim kendime sonunda. Ve aldığım kararların ardında durabilmeyi de başardım.

Evimi değiştirdim, yeni bir yaşama başladım. Sevgilimle hayatımı ve herşeyini birlikte seçtiğimiz bir evi paylaşmaya başladım. Ha, bir de kimselerle paylaşamadığım kedilerimi (patır kütür evlenip, hayal kırıklığına uğramamak için bunu yapın, gerçekten. böylece o aşık olduğunuz adamla hayatın nasıl olduğunu görüp, kararınızı doğru verebilirsiniz. benim için yaşam harika gidiyor ama herkes için böyle olmayabilir) 2 kediyle başladığımız ev yaşamımıza 3 kediyle devam ediyoruz ve bambaşka hayallerimiz var bizi besleyen. Bir de annemi daha iyi anlamaya ve daha çok saygı duymaya başladım bu ev yaşamı konusunda.

Bu yıl daha zoru hedefliyorum ve küçük şeyleri takmadan huzuru bulmayı hedefliyorum. Benim gibi bir empat hastası için zor olacak ama olacak. Bunun ilk adımı da hayatın adil olmadığını ve olmayacağını kabullenmek...
Bu sene gerçekten sadece sağlık istiyorum. Burada da yazdığım gibi, dunyanin en harika ailesine,en degerli manevi annesine,en essiz sevgilisine,en muhtesem dostlarina sahibim.



Hayattan son 3 dileğim var. O, 3 dileğimi istiyorum sırayla. Daha doğrusu onları başarabilmek için sağlıktan başka bir beklentim yok hayattan. Hepsi sadece bende saklı ;)

30 Eylül 2010 Perşembe

Hayvanları Denek Olarak Kullanmayan Markalar

Bu listeyi mümkün olduğunca güncelleyeceğim. Lütfen hayvanlar üzerinde test yapmayan markalar listesini geliştirmemizde yardım edin.

Benetton kozmetik ürünleri
Avon
Beiersdorf (Nivea, Eucerin),
Bourjois
Chanel
Clarins
Clinique Laboratories
Dermalogica
Ecem Naturel Kozmetik (Owo)
Estee Lauder
Hello Kitty
Lesa kedi-köpek mamaları (Goody, Champion)
Lush Cosmetics
Oriflame
Revlon
Sodasan
Solgar Vitamin
Tommy Hilfiger

26 Eylül 2010 Pazar

Hayvanlar ve Deneyler

Hayvanlar üzerinde test yapan markalarla ilgili ne kadar bilginiz var? Dahası, hayvanlar üzerinde yapılan testler hakkında ne kadar bilginiz var? Pekiyi, hayvanlar üzerinde test yapılmazsa ne yapılabilir sorusunun cevabını biliyor musunuz? Bu ve buna benzer soruların tüm cevaplarını burada bulabilirsiniz.

Ama bir kaç tane çarpıcı deney gerçeğini yüzünüze çarpmak istiyorum izninizle: (kaynak:shac)

  • Şu an piyasada bulunan en az 50 farklı ilac deney hayvanlarında kansere sebep olmuştur. Bunların kullanılmasına izin verilmesinin sebebi hayvan deneylerinin geçersiz olduğununun kabul edilmesidir.
  • Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin, insanlar ve hayvanlar arasındaki anatomik ve biyolojik farklılıklar sebebiyle yanıltıcı olup olmadığı sorulduğunda, doktorların %88’i yanıltıcı olduğu konusunda hemfikir olmuştur. 
  • Hayvanlar üzerinde yapılan deneylere göre, limonata ölümcül derecede zehirli; arsenik, ağıotu ve botulin ise “güvenli” bulunmuştur.
  • Reçeteli ilaç tedavilerinin yan etkilerinden dolayı bu ilaçları kullanan hastaların %40’ı zarar görmektedir.
  • Piyasaya sürülmüş olan 200.000’in üzerinde ilacın pek coğu şu anda piyasadan geri çekilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre 240 ceşit ilaç “gerekli”dir.
  • Aspirin, digitalis (kalp ilacı), insulin (hayvanlarda özürlü doğumlara sebep olmuştur), penisilin ve insanlar üzerinde kullanılması güvenli diğer ilaçlar hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde başarısız olmuştur..Hayvan deneyleri doğru ve kesin sonuç veriyor olsaydı bu ilaçların tamamı yasaklanmış olurdu.
  • Thalidomid üreticleri mahkemeye çıkartıldığında, çok sayıda uzmanın hayvan deneylerinin insan ilaçlarında güvenilir sonuç vermediği konusunda fikir birliği sağlaması sonucunda beraat edebilmişlerdir.
  • Hayvan deneylerinin yerini alabilecek en az 450 metod bulunmaktadır.
  • Morfin insanlar üzerinde uyuma etkisi yaratırken, kedilerde heyecan yaratmaktadır.
  • Hastanede bulunan her altı hastadan biri, hayvan deneylerinde güvenli bulunduğu için kullanılan ilaçlardan dolayı hastanededir.
  • Tüm dünyada bir saniye içinde deney laboratuvarlarında en az 22 hayvan ölmektedir. İngiltere’de her beş saniyede bir hayvan deneylerde hayatını kaybetmektedir.
  • Doğum kontrol hapları insanlar üzerinde kanı pıhtılaştrıcı etkiye sahipken, köpekler üzerinde tam tersi bir etki yaratmaktadır.
  • Aspirin insanlarda ağrı kesici olarak kullanılmaktadır. Fare, tavşan ve sıçanlarda ise doğum özürlü doğumlara sebep olmaktadır.
  • Hayvan deneylerinde ispatlanamadığı için benzen’in insanlarda kansere sebep olduğu, araştırmacılar tarafından uzun süre kabul edilmemiştir.
  • By-pass ameliyatları köpekler üzerinde bir sonuç elde edilemediğinden yıllarca yapılamamış ve beklemeye alınmıştır.
  • Hayvanlar üzerinde yapılan deneylere güvenilecek olunsaydı, şu anda hala insanların C vitaminine ihtiyacı olmadığına, sigaranın kansere sebep vermediğine ve alkolün akciğere zarar vermediğine inanıyor olurduk.
  • Hayvanlar üzerinde zararlı bir etkisi olmamasından ötürü, Asbest’in insanlarda hastalık yarattığı yıllarca inkar edilmiştir.
  • Maymunlar üzerinde yapılan deney sonuçlarından dolayı , cocuk felci araştırmacıları bu hastalığa nasıl yakalanıldığı konusunda yıllarca yanlış yönlendirilmişlerdir.



Ama ben daha vicdani bir soru sormak istiyorum: Şu fotoğraflara bir bakın, lütfen hepsine bir bakın. Uzun süre gözgöze gelebilir misiniz onlarla? Deneyin...









Şimdi bu fotoğrafların üzerinizdeki etkisinden bahsedelim. Utanç? Vicdan azabı? Acıma? Pekiyi ya empati? Onlarla empati kurabilir misiniz?

Bir bulldog, daha güzel görünsün diye üstünüzde acı veren testler yapılsa? O testin sonucunda kör kalsanız, saçlarınız dökülse, dahası ölseniz? Yapar mıydınız bunu? İzin vermezdiniz elbette. Bağırır, çağırır, bildiğiniz her dilde yardım isterdiniz. Pekiyi ya kimse dilinizden anlamasaydı? Tüm çığlıklarınıza rağmen 3 bulldog her gün gelip sizi teller arkasından çıkartıp, yni bir teste alsaydı? Sanırım gerisini duymak istemeyeceksiniz.

Öyleyse lütfen ama LÜTFEN, bu testlere dur diyelim. Bu testlere hayır demenin en direkt yolu, hayvanlar üzerinde testler yapan markalara başlayan protestolara katılmanız.

TEST YAPMAYAN MARKALAR
Benetton kozmetik ürünleri
Avon
Beiersdorf (Nivea, Eucerin),
Chanel
Clarins
Clinique Laboratories

Dermalogica

Ecem Naturel Kozmetik (Owo)

Estee Lauder
Hello Kitty
Lesa kedi-köpek mamaları (Goody, Champion)
Lush Cosmetics
Oriflame
Revlon

Sodasan
Solgar Vitamin

Tommy Hilfiger


TEST YAPAN VE PROTESTO EDİLEN MARKALAR
Braun (Gillette)
Colgate – Palmolive
L’oreal
Biotherm
Cacharel
Garnier Fruc.
Giorgio Armani
Helena Rubinstein
Lancôme
Maybelline
Ralph Lauren
Vichy
Max Factor
Oral-B
Pantene
Pfizer
Procter & Gamble
3M
Unilever
S.C Johnson (OFF! sivrisinek kovucu ve Oust ev parfümü)
Reckitt Benckiser (Veet epilasyon ürünleri)
Henkel – Schwarzkopf
Johnson & Johnson
Neutrogena
Givenchy
Calvin Klein
Vaseline
Dove
Alcon (ilaç firması)
Sensodyne (diş macunu)
Maybelline
Adidas (kozmetik)
Davidoff
JOOP!
Lancaster
Protex (sabun)
Ajax

Adidas
Max Factor
Pantene
Pfizer
Unilever
Axe
Dove
Polo
Neutregena


23 Eylül 2010 Perşembe

Robot

Bu sabah böyle bildiğimiz ruhsuz insan modunda uyandım. Hiç bir şey hissetmiyorum. Mutluluk, sevinç, üzüntü, durgunluk... Oturdum yatağımda biraz bekledim hatta. Yok çıkmadı.

Bi endişelenme modum açık o kadar... Ota köke endişeleniyorum. Yok anneannemi kapıyı kapatırken uyandırdım mı, yok annemin tansiyonu iyi mi, yok sevgilim 7 de mi uyandır demişti 8 de mi? Yok ağabeyimin keyfi yerinde midir? Sabah Zeus öldü sanıp kucağıma aldığımda farkettim ki; her zamanki boynu bükük civelek yatışını almış.

Mücadelesever ruhum bugün her konuda tamamen teslimiyetçi. Hiç ben, ben değilim. Barınaklarda daha aktif olduğum dönemlerde durup durup "Tanrım şu hislerimi al, hiç bir şey hissetmek istemiyorum artık" demiştim, yeni mi tuttu acaba?

Etrafımdaki yakın insanlar da farkındalar durumun tabii. Beni böyle görmeye pek alışık olmadıklarından. Herkes bir taraftan soruyor, dürtüyor, konuşturmaya çalışıyor. Da, benim hiç halim yok gibi. Bi zahmet konuşup, bir zahmet yazıyorum. O da cevap vermek daha zor geldiğinden şu an...

Kısacası sorup durmayın işte, bilmiyorum cidden. Nedensiz bir düğüm var, birazcık uyursam geçeceğine inanıyorum.Hayatımdaki her şey çok iyiyken bu kadar suratsız olabilmeyi başardığım için de kendimi kutluyorum ayrıca. Aferin bana!

22 Eylül 2010 Çarşamba

Düğün öğretileri

Bizim büyük Tüzün'ü evlendirdik geçtiğimiz pazar günü. Bir sürü tantananın ardından çok eğlendiğimiz bir tekne düğünü ile sona erdi o büyük gün. Bu düğün meseleleri tam öğreti... Tekne düğününden öğrendiklerim gibi...

Tekne düğününün en güzel yanı, çok sınırlı sayıda davetli olabilmesi. Bu yüzden yok annenizin daha önce hiç görmediğiniz arkadaşının kardeşinin kızını, yok teyzenizin bir kere tanıştığınız iddia edilen komşusunun bilmemkimini davet etmeye zorlanmıyorsunuz. Çünkü "sayılı" yeriniz var.

Bir diğer özelliği de, tekne kalktıktan sonra kimse gelemediği gibi, tekne kalktıktan sonra da kimsenin gidememesi. Bu yüzden öyle gece 1'lere kadar düğün planı yapamıyorsunuz. Zaten haliniz de kalmıyor.

Ha tabii bir de tekne tutanlar olursa bilemem... Yine de ışıl ışıl köprünün altından geçerken eğlenmek çok keyifli. Üstelik gelin ve damat böyle bir gece yaşatırlarsa :)

Damat gitarda, gelin ise bakın nerede? :)





En büyük öğreti: Nasıl bir düğün yaparsanız yapın, sadece birlikte nasıl eğleniyorsanız onları yapın. Başkalarını düşünmeden! :)

10 Eylül 2010 Cuma

Adam Ve Köpeği

Böyle hikayeler pek dolanır ortalıkta ama ilk defa bir tanesinin gerçekliğine inanıyorum :)

Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi.. Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar.. Adam cok susamıştı.. Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular.. Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı, ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın..

Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu: "Afedersiniz... burasi neresi?" Kadın ona gülümsedi: "Burası Cennet, efendim" Adam bunun üzerine sevinçle "Harika...!!!" dedi "Peki bana biraz su verebilir misiniz, gerçekten çok susadım".... Kadın cevap verdi: "Tabi efendim, içeri girin... içerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz..." 


Böylece adam kopeğine döndü, "Hadi oğlum içeri giriyoruz" diyerek kapıya yürüdü... Ama kadın onu birden durdurdu: "Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez.. Hayvanları içeri almıyoruz..." Bunun üzerine adam bir an durdu.. Düşündü.. ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular... 


Bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda buldular, ve yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı... Adam sordu: "Afedersiniz... Bana biraz su verebilir misiniz?" Dede "İçeri gel" dedi, "kapıdan girdikten sonra sag tarafta bir ceşme var...”

Adam sordu: "Peki arkadaşım da benimle gelip ordan içebilir mi?" Dede "Tabii..." dedi, "ceşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulucaksın..." Bunun üzerine adam kapıdan girdi, biraz yürdükten sonra sağ tarafta ceşmeyi buldu, adam ceşmeden köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler.... 


Derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu: "Su için çok teşekkür ederim... Peki burası neresi..?" Dede "Burası cennet" dedi.. Bunu duyan adam şaşırdı: "Ama nasıl olur..? az önce burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler..." Dede "şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?" dedi, "ama orası Cehennem." 


Adam iyice şaşırmıştı: "Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz?" Dede gülümsedi: "Kızmıyoruz... Çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet'ten uzak tutuyorlar..."

5 Eylül 2010 Pazar

2010 Saab Koleksiyonu

Elie Saab, inanılmaz bir başarı öyküsü. 1964 Lübnan doğumlu Saab, 1982 sonrasında Roma'da boy gösterebilen ilk İtalya dışı tasarımcı.

Ancak asıl ismini 2002'de Hale Berry'i Oscar törenleri için giydirdiğinde duyurdu. Şanstır ki, Berry o sene ödül aldı ve elbisesi daha bir göz önündeydi. Ve sanırım Berry de bunu uğur olarak gördü ki, 2003 Oscar töreninde yine Saab elbisesi giydi. Ve tabii ki ardından haute coutures, ready to wear serileri geldi.

Saab, Christina Aguilera, Catherina Zeta Jones, Beyonce, Angelina Jolie, Scarlett Johansson gibi sayısız ünlüyü giydirdi.


Saab'ın 2010 sonbahar haute couture tasarımı şaşırtıcı bulundu. Çünkü pek çok couture koleksiyonuna göre, oldukça giyilebilir ve ayakları yere basan bir koleksiyondu. Koleksiyonun 3 rengi var: ateş kırmızısı (bayılırım), kobalt mavisi ve altın sarısı ve oldukça pahalı aksesuarları :)

"Kedi"

Yıllardır dövme koltuğuna oturamadım. Daha doğrusu oturdum da kalktım. Yanlış anlaşılmasın acısından değil! Kararsızlıktan. Ölene dek taşıyacağım şeyin çok özel ve görür görmez budur demem gerektiğini düşünüyorum.


En büyük kararsızlığım Beetle Juice dövdürtmemle alakalı. Hayatımın bir döneminde yaptıracağım kesin. Ama sanırım henüz değil. Bu karakterin benim için yeri farklı. Bunu geçelim.

Yaptırmaya kesin kararlı olduğum dövme "kedi". Cheshire hastası olduğumu söylememe gerek yok sanırım. Ama iyi bir cheshire uygulaması görmedim henüz.

Kedi, çünkü:

1- Hayvanları çok sevdiğimden evet.
2- dövdürülen görselin vücuttan daha çok, insanın hayatında  büyük yer tutmuşluğuna ve ne olursa olsun yer tutacağına olan inancımdan
3- kedilerin, babamla aramızdaki en büyük bağ olduğuna olan inancım nedeniyle (ilk kedi sevişim babamlaydı, ilk kedimi de babacığım 7 yaşındayken sürpriz yaparak getirmişti bana.)

Görsel olarak kullandığım 2 dövmeden birini istiyorum ama hangisini koltuğa oturduğumda karar vereceğim sanırım.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Doğum günün kutlu olsun manevi annem :)

O, benim için çok kıymetli bir kadın: manevi annem :) Onun tabiriyle Emir'in kızkardeşi. Benden bahsederken "Hep Emir'e bir kızkardeş istedim. Allah bana bunu verdi" der :) Haa, tabii bu benim o "sarı"dan hazettiğim anlamına gelmez ama neyse. Hayır, adam bir de başarılı falan rekabet iyice kızışıyor sonra. :)

Dünya üzerinde kendi başına ayakta kalıp, çocuklarına kol kanat geren, her zorluğa direnen, en büyük engellerden başı dik çıkan, yaşadıklarından çıkardığı deneyimleri kendisinden sonra gelenlerle paylaşmaktan asla kaçınmayan 2 mükemmel kadından biri... Her ikisinden de en iyi öğrendiğim şey; herşeye rağmen hayatta kalmak! İşte her ikisinin de en iyi yaptıkları şey bu, ve ikisine de hayranlığım en çok bu yüzden. Hayata tutunmak çok büyük bir kaabiliyet çünkü...

Ve çok şükür ki; her ikisi de annem :) Biri öz annem,diğeri manevi annem. Sanıyorum bu dünya üstündeki en şanslı insanlardan biriyim.

Bugün onun doğum günü. Sevgili Müge Cerman, hayatımda olduğun için, en zor anlarımda hemen elimi tuttuğun için, her türlü şımarıklığıma katlandığın için... Herşeyden önemlisi hayattaki duruşunla bana harika bir örnek olduğun için sonsuz teşekkürler.

Seni seviyorum :)

p.s.: "sarı"dan daha çok :)))

1 Eylül 2010 Çarşamba

Koruk Teyze'nin Hikayesi

Bu yaşadığımız hayat hepimize adil değil! Ve biz iyi hayat sürenler, kötü durumdakilere yardım etmiyorsak, bence bu hayatta fazla yer kaplamamalıyız. Dünyanın, kommensalist canlılara ihtiyacı yok.

Burada okuyacağınız hikaye, çok değil bir kaç gün önce Taksim'de başladı. Ve ardından ortaya çıkanlarla o günden beri doğru düzgün uyuyamıyor, konuşamıyor ve sadece düşünüyoruz. Ne yapabiliriz?



Koruk Teyze'nin hikayesi bu. Bu ülkenin çilekeş annelerinden biri o da. Kocasını ve 2 oğlunu kaybetmiş erken yaşta. Tek başına kalıvermiş bu hayatta. Geçimini dilenerek değil, Taksim Meydan'da güvercin yemi satarak kazanmaya çalışmış bugüne dek. O, kalbi kocaman bir kadın. Oğlunun kanserden ölmesinin ardından kedisini sokağa salamamış,almış. Ama oğlundan hiç bir şeyi kalmayınca, kalacak yeri de kalmamış.

Bir apartmanın zemin katındaki 5 metrekarelik, banyosuz ve tuvaletsiz yere sığınmış iki kedisiyle. Akşamları Tarlabaşı'ndaki evine dönerken, lokantaların artıklarını toplayarak evine gidiyor. Kendisi ve kedileri için... Kazandığı küçücük miktarı da, kaybettiği oğlunun başka şehirde yaşayan çocuklarına gönderiyor.

Klasiktir, eğer sokak hayvanlarını tedavi ettirip, geçici de olsa barındırıyorsanız, kapınıza koli içerisinde kediler bırakılmaya başlanır. Koruk Teyze de gördüğü zor durumdaki kedilere kıyamamış, konuk etmiş evine. Ve o günden sonra kapısına anneden ayrılan bebekler de atılmış, hasta ev kedileri de...

İşte Koruk Teyze'nin bizim altın kalpli hayvan korumacıları ve gönüllüleri bulma sebebi bu. Kendisi için değil, evinde ölmeye başlayan, kör olan kedileri için yardım istemeye Tuna Arman'ın Taksim'de imza toplamak için açtığı standa gelmiş.


Ve eylem sonrası evine gidildiğinde yüreklerimizi yakan o görüntüler çıktı karşılarına. Belli ki o harika bir misafirperverdi. Gelen misafirlerini oturtacak yer aradı sevinçle. Ama sadece bir yatak ve bir piknik tüpünden ibaretti eşyaları. Bir kedinin, köpeğin bile orada yaşamasına içiniz el vermez. Kedilerden geçtik, orada hasta ve bakımsız bir yaşlı kadının yaşaması mümkün değil. Üstelik bunlar da yetmez gibi, bazı geceler kadının yalnız olduğu bilen bazı hadsizler musallat olmaya başlamışlar yaşlı başlı kadına.



Teyzenin ilk ve tek isteği kedilerin kurtarılmasıydı. Zaten o kadar çok hasta kedinin orada olması hem teyzeyi tehdit ediyordu, hem de kedileri günden güne ölüme yaklaştırıyordu. Bir grubun yardımıyla kediler alınıp çeşitli kliniklere götürüldüler. Koruk Teyze sadece 3 tanesini inatla geri istedi. Biri oğlundan ona kalan son şeyiymiş, biri de teyzenin ilk kedisi,prensesi. 3. kediciği de vicdanen veremiyor sanırım, çünkü doğuştan bir patisi yok :(



En kolay adımı tamamladıktan sonra, sıra en önemli adımda. Koruk Teyze'yi oradan çıkartmak gerekiyor. Bir huzurevini kedilerinden ayrılmak istemediğinden düşünemiyoruz. Onu küçük de olsa temiz ve sağlıklı yaşayacağı bir eve çıkartıp kirasını ve giderlerini karşılamak, aylık yiyecek içecek yardımı yapmak ve ilaçlarını almasını sağlamak istiyoruz. Onun için alacağınız ufacık bir çöpe bile ihtiyacı var. Yaşlı ve çok çekmiş, kocaman kalpli bir teyzeyi yeniden hayata döndürmek istiyoruz. İstiyoruz ki bu bayramda olmazsa, en geç diğer bayramda temiz bir evde elini öpmeye gidelim.

Ne zaman yaşlı bir kadın görsem 80 yaşında, sağlığı ve hafızası yerinde olan, gözümüzden sakındığımız canım anneannem gelir gözümün önüne. "Ya" derim "anneannemin de başına gelseydi bunlar?" Düşüncesi bile korkunç geliyor. Ya siz? Kendi anneanneniz, babaanneniz için bunları hayal edebiliyor musunuz?

Bize Koruk Teyze'nin ellerinden tutmamız için yardım edin. Her türlü yardıma ihtiyacımız var. Acilen!

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Possession - Saplantı

Possession, Türkçe "Saplantı" olarak çevrilmiş 2009 yapımı bir film. "Buffy The Vampire Slayer" sonrası genelde gerilim filmlerinde gördüğümüz Sarah Michelle Gellar başrolde.



"E daha neler" dedirten bir kaza sonrası evli bir çiftin hayatı tamamen değişir. Saplantılı bir aşk, bir kadının hayatını bir anda değiştirip, cehenneme dönüştürür.


Olayların başlangıcından itibaren her ayrıntısını tahmin ettiğim bu filmi yazan senaristlerin kafasının güzel olduğunu veya sıkılıp,filmi geyiğine çektiklerini düşünüyorum. Ne yazık ki gerilim filmleri kategorisinde 5 para etmez bir filmden fazlası diyemeyiz.

Sevgiler.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Onlar Cennette, Biz Cehennemde

Önce oğlumuz gitti "cennet" gibi olduğuna inanmak istediğimiz bir yere...

Sonra 2 gün önce bir gece bir iş arkadaşımın 17 yaşındaki güzel köpeği, can dostu Tony gitti oraya. Telefonda acıyla ağlayan birine hayvan mezarlığı tarif etmek bu dünyanın en kötü konuşması :(


Dün, akşam üstü sevgili arkadaşım Bade'nin güzel kedisi Ponpon şeker komasına girdi. Tam şekeri düştü dediğimiz anda tekrar 400'e fırladı ve ne yazık ki, onu da gönderdik orası her neresiyse :( Bade de, her dostunu kaybeden safkan insan gibi yatıp bir daha kalkmamak istedi.

Bade'nin facebook güncellemesi onlarca yorum aldı, o kadar doğruydu ki :( "

bi kedinin gelişiyle size getirdiklerini, anca giderken actıgı boslugu gorunce anlarsınız....

Bugün, aylardır belki de her günü "ne yapabiliriz"lerle geçirdiğimiz, birbirini hiç tanımayan 1427 kişiyi birbirine kenetleyen Paşa'mız sonsuz  bir huzura gitti. Biz buna inanmak istiyoruz. Bugün 1427 kişinin hepsi benzer saatlerde, gözyaşları döktü nerede olduklarına aldırmadan... Çoğumuz ofislerdeydik. Ve evet ben de koptum bir süreliğine. Gözlerimin ucunda tuttuğum yaşlar, sevgilimin içine doğmuş gibi "napıyosun" mesajıyla iniverdi gözlerimden yanaklarıma.

Tüm kemikleri derisine yapışmış, açlıktan ve susuzluktan anemik hale geldiğinde bulunmuştu. Pek çok sorunu vardı sadece birileri 2 gram suyu çok gördüğünden...

Aylar sürdü hastalıklarının teşhisi... İşte bu arada İlknur, onu bulan ona bu kadar süre hayat veren kadın, hepimizi birbirimize kenetledi. Sürekli birbirini yiyen hayvansever camiasına inat, herkes Paşam için çalıştı. Yurtdışında yaşayan Türk biyologlar bile girdi işin içine. Binlerce kişi hepimiz tüm tahlil sonuçlarının çıktılarını götürdük veterinerlerimize. Serumları, ilaçları, maması, kemiği, ... Kim elinden ne geldiyse onu yaptı.

En çok da İlknur, o koca oğlana annelik yaptı tam anlamıyla. Onun için direndi, dayandı, tüm olumsuzluklara kulaklarını tıkadı. Antalya'nın sıcakları basınca çadırı bile oldu oğlumuzun. Ve işte bir gece acı çekmeden melek oldu kocaman Paşamız. Tosun oğlum gibi, bir kere bile oyun oynayamadan, koşturamadan gitti "cennet"ine.

Bir sokak hayvanına çarpıp kaçanlar... Onlara bir gram yemeği, bir kaç yudum suyu çok görenler... Şimdi mutlu olabilirsiniz. Bizim acımız, sizin mutluluğunuz...

24 Ağustos 2010 Salı

Hello Kitty delileri dikkat dikkat!

Eğer Hello Kitty delisi bir arkadaşınız varsa ve doğum günü yaklaşıyorsa, işte size bir kaç hediye önerisi:

* Iphone sticker - Hello Kitty


** Oysho'dan Hello Kitty pijama ve terlik takımlar alabilirsiniz.  Rengarenk, çeşit çeşit Hello Kitty'ler bekliyor.

Ve bir de Nike ve Onitsuka'nın Hello Kitty serileri :)

22 Ağustos 2010 Pazar

Aşk mı önce gelir, kariyer mi?

Canım anneannem, sıkça tavsiyelerde bulunur. "Dışarıda dikkat et","Herkesle konuşma", "Gece yalnız dönme" gibi... Ama en büyük öğüdü:  " Kızım, sakın işini bırakma. Koca her zaman bulunur. Önce okul, sonra iş, en son koca. Bu sırayı şaşarsan sadece kocaya kalıverirsin, hayatın zindan olur" der.

Bu yüzden olsa gerek, henüz okulunu bitirmeden koca kısmını tamamlama girişimi olan 2 kuzenime de her defasında esaslı laflar sokar. Ben de hep bu yolu izledim.

Geçenlerde en yakın arkadaşımla buluştuk. Sevgilisinden yeni ayrılmıştı. Dert etmemesini istediğimden "aman canım ya, daha önümüzde çok uzun zaman var kartlaşmaya. Üzülme, doğru adam gelecek hayatına" dedim. Ablasından açıldı konu. Ablası dünyanın en şeker kadınlarından biridir. Hırslıdır, tuttuğunu koparır. Çok hatrı sayılır bir markada, hatrı sayılır bir kariyere sahip. Torpilsiz, kendi tırnaklarıyla kazıya kazıya basamakları tırmandı.

Ama özel hayatında hayatını paylaşabileceği, birlikte gelecek planlayabileceği kimsesi yok. Başarı basamaklarını tırmandıkça yalnızlığı artıyor. Çünkü onunla birlikte işe başlayanlardan çok farklı bir yerde artık. Kimse yanaşamıyor şu mevki meselesi yüzünden. Malum erkekler bunu çok dert eder. Kendisinden üstteki erkekler ise, çoktan evlenmiş barklanmış veya bu yaşa kadar evlenmediğine göre "kesin kusurlu"lardan. Kariyeri muhteşem ama aşktan gün geçtikçe uzaklaştığını hissediyormuş.

Şu anneannem bir gelsin soracağım ona ben :) Yanlış yönlendirmiş bizi :)) Öyle mi acaba?

p.s.: bu konuda salak olduğumu düşünen çok arkadaşım var. Ama çabuk aşık olamayan biriyseniz benim gibi, aşkı bulduysam kaçırmam. Kariyer benim için hayatımı kazandığım bir araç. İlla ki tuttururum onu,aşkı tutturmak daha önemli gelir bana, gerçekten değen biri varsa...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Mutlu Yıllar Cadım :)

Bugün hayatıma giren en şeker cadının, blog dünyasının taze kanı Hayat Cadısı'nın doğum günü...  Tam olarak 3 ay 18 gündür yedi bitirdi bizi, ofisi doğum günü hatırlatmasıyla. Hepimiz kabuslarımızda doğum gününü unuttuğumuzu görür olmuştuk.


8 aydır tanıyorum onu ama hani olur ya, bir hayat boyu tanıyormuş gibi olursun bir anda. Hani sadece göz göze gelince bile anlarsın ya hin kafasından neler geçiyor karşındakinin... İşte tam olarak öyle bu kız benim için. Ruh eşim gibi, ikizim gibi resmen. Tamam bütün boy, pos, eda ona gitmiş olabilir :)

İşte bir anda çok şeyim oluverdi benim. En büyük sırdaşım, dert ortağım, alışveriş canavarım, moda tutkunum, fikir insanım, parti kızım, kardeşim, ...

Bu hayata hoşgelmiş, iyi ki de gelmiş de hayatıma renk getirmiş! Çok seviyorum seni pis cadı :)

p.s: Yeni yaşında Hello Kittyler götürsün seni inşallah :D

17 Ağustos 2010 Salı

İşte orası!

11 yıl mı oldu? Daha dün gibi. Ve sanki hiç olmamış gibi. TT'nin blogunda Sets'in yazısını okuyunca canlanıverdiler bende de.



Isparta'daydım. Tatilden dönmüştük ve ben eve gireli sadece 1 saat olmuştu. Ağabeyim ise İstanbul'daydı. Her zamanki gibi uyuyamadım yine. Biraz takıldım öylece. Yattım sonra. Uyuyakalmak denen o ince çizgide hayal meyal gecenin bir vakti telefonun deliler gibi çaldığını hatırlıyorum.

Ayılamadım, yan odada uyuyan anneme seslendim: "anneee, telefon". Ama annem uyku sersemi sanırım ayılamadı. Yataktan kalkarken, kafamda semsert bir acı hissettim. Bir sızlamaydı ve şişmeye başladığını farkettim. Çalışma masama çarpmıştım kafamı.

Koşarak telefona gittim. Ağabeyimdi. Daha ne olduğunu anlayamadan:

"abicim, iyi dinle. deprem oldu burda. şiddetliydi. ben iyiyim. yardım için hastaneden aradılar gidiyorum. ulaşamazsanız merak etmeyin." dedi ve kapattı. Sonraki 7 gün için bir daha sesini duyamadık.

O andan itibaren de tüm iletişim hatları kapandı bir anda. Televizyonlar bile sabaha kadar doğru düzgün yayın yapamadılar. Sabaha doğru TRTydi sanırım helikopter görüntüleri vermeye başladı. O saate kadar İstanbul sandığımız deprem merkezinin İzmit - Gölcük olduğunu öğrenince kalplerimiz sıkıştı. Gerçekten de "ateş düştüğü yeri yakar" ne demek o an anladım.

Teyzem, eniştem ve 2 kuzenim Gölcük'te yaşıyordu. Ve hiç bir şekilde haber alamıyorduk. Tanrı'm ulaşamamanın verdiği acıyı ve çaresizliği hiç o kadar derinden hissetmemiştim o güne dek. O an sanırım sadece seslerini duymak için elimizden ne gelse verirdik. Öldüler mi, iyiler mi, enkaz altındalar mı? Saniyeler içinde insanın aklından onlarca şeyin kayıp gitmesi ve hiçbirinin cevabını verememesi çok fenaydı.

İki dayım birden, farklı şehirlerden yola çıkmış ancak ne yazık ki oluşan araç kuyruğu yüzünden çok zaman kaybetmişlerdi. Annemi ve kendimi mutfaktaki televizyonun başında, helikopter görüntülerinden teyzemlerin evini görmeye çalışırken hatırlıyorum. Delirmiştik sanki. Gölcük tanınmaz haldeydi. Ve bir anda annemin çığlığı yankılandı evin içinde... "İşte orası!" Aynı anda gözlerinden akan onlarca yaşın mutluluktan mı yoksa üzüntüden mi olduğunu anlayamadım hiç bir zaman.

Evleri sağlamdı, sapasağlam. Ama etrafındaki ve çevresindeki onlarca apartman yıkılmıştı. Bir o ayaktaydı. Böyle bir durumda insanın Tanrı'ya şükrederken, tam olarak ne için şükrettiğinden bile emin olamaması midenin tam ortasına oturup kalıyor.  Ev sağlamdı. Yine de emin olamıyordu insan. Tekrar,tekrar bakıyorduk görüntülere. Evet orasıydı işte. Ama insan beyni çok ilginç. Mutlaka bir şüphe insanın kalbinin ortasına çörekleniveriyor. Büyük kuzenim gece o saatlerde genelde arkadaşlarıyla olurdu. Ya evde değilse? İşte yine başa döndük bile!

Ve ardından gelen yağmalama, açlık görüntülerine ek sürekli artan ölü sayısı... Kimseye ulaşamıyor olmak!

Sanıyorum 3. günün sonundaydı. Dayım aradı. Kısacık bir görüşmeydi yine. "Teyzenleri bulduk. Herkes sağlıklı. Ağabeyin de burda. Birazdan hep birlikte oraya doğru yola çıkıyoruz."

Sanırım hayatım boyunca aldığım en güzel haberlerden biriydi. Mutluluktan ağlayabilen biri değilim ama gözlerimden akan yaşların ne kadar çok olduğunu şimdi bile hatırlayabiliyorum.

Yine araç kuyruğuyla geçen 2 günün ardından teyzemi, eniştemi ve iki kuzenimi karşımda gördüğüm anı hatırlıyorum. Bitkinlerdi. Uykusuzlardı. Çok şey anlatmak istiyor ancak konuşamıyorlardı. Her birinin yüzünden yaşadıklarını anlamak hem mümkündü, hem değildi.


Ağabeyim ilk gün Cerrahpaşa'ya gelen yaralılara yardım etmiş, akşamına da Gölcük'e giden sağlık ekipleriyle yola çıkmıştı. Gidip teyzemleri bulmuş, onları güvenli bir yere almış, kontrollerini yapmış ve tekrar enkazdan çıkarılanlara yardım etmek için sahra hastanesinin yolunu tutmuştu. Ve gelmemişti. Teyzemleri dayımlarla göndermiş, kendisi yine yardım etmek için kalmıştı. Sadece dayıma iyi olduğunu, çok yardıma ihtiyaç olduğunu, merak etmememizi sıkı sıkı tembihlemişti.

Kuzenim Cem için ise en zoruydu olanlar. Bebekliğinden 1 gece öncesine dek hayatının her gününü birlikte geçirdiği kankasının ölüsünü çıkarmıştı karşıda yerle bir olan apartmanın enkazından. O yüzden aldığı her 3 nefesin biri derindendi. Onlarca arkadaşlarını, komşularını kaybetmişlerdi. Söylenecek tek bir sözün kalmadığı bir yerdeydik. Zamanla geçecekti, unutulacaktı.

Öyle de oldu. Herkes hayatına devam etti. Evlerine döndüler aylar sonra. Herşeyin bittiği yerde yeniden başladılar hayatlarına. İnsanız, devam etmeyi öğreniyor çabucak bedenlerimiz. Ve akıllarımız da ona uyuveriyor. Unutuyoruz hemen. Yaşadıklarımızın ardından verilen sözleri unuttuğumuz gibi...