Blog,
Evet ben bildiğimiz iradesizlerdenim. Hani bildiğimiz, içinden "yapmayacağım" diye 5 saniye duramayanlardan. Bu Threadless öz irademe saygımı kaybettirdi. Kendimden geçtim yine.
İşin komiği ne zaman bir tshirt beğensem "reprint" olur. Deli eder adamı... Neyse ki beğendiklerimin % 90' ı o durumdaydı da, ucuz kurtardım. Ama sevgiliye ve ağabeye güzel tshirtler aldım.
Tamam, tamam arada kendime de çıkardım bir tane. Bir taneden bir şey olmaz değil mi? Olmaz olmaz, yok gerçekten olmaz. Olmaz de bana blog! Yukarıdaki benimki...
30 Kasım 2009 Pazartesi
27 Kasım 2009 Cuma
Brugge
Colin Farrell'ın oynadığı, 2008 yılında 13 ödül kazanan ve Oscar!a aday olan film "In Bruges" u çok severim. O filmin bana getirdiği başka bir istek ise Brugge'u görmek. Küçük Avrupa şehirlerini büyüklerine tercih ederim. Paris'i görmektense Strasbourg'u görmek, Berlin'e gitmektense Weimar'ı gezmek gibi Belçika'nın bu küçücük tarihi hep liman şehri olmakla kalmış şehrini görmeyi çok istiyorum.
Tarihinde biraz Roma, biraz Almanya, biraz Hollanda izlerini taşıyan bu küçük şehrin tamamı liman ticaretine bağlı tarihi öyle bir pazarlanıyor ki gitmeden neler göreceğinizi düşlemeye başlıyorsunuz. Hani bizimki gibi bir tarihleri olsa havalarda uçuşurlarmış. Oysa klasik Avrupa şehirleri gibi en çok vurguladıkları şeyler müzeleri , parkları ve kanallarından ibaret.
Bulduğum ilk fırsatta bu küçük şehri gezip kendi fotoğraflarımı paylaşmayı diliyorum. :)
Tarihinde biraz Roma, biraz Almanya, biraz Hollanda izlerini taşıyan bu küçük şehrin tamamı liman ticaretine bağlı tarihi öyle bir pazarlanıyor ki gitmeden neler göreceğinizi düşlemeye başlıyorsunuz. Hani bizimki gibi bir tarihleri olsa havalarda uçuşurlarmış. Oysa klasik Avrupa şehirleri gibi en çok vurguladıkları şeyler müzeleri , parkları ve kanallarından ibaret.
Bulduğum ilk fırsatta bu küçük şehri gezip kendi fotoğraflarımı paylaşmayı diliyorum. :)
24 Kasım 2009 Salı
Bir Öğretmenle Yaşamak
Öğretmenler hayatımızın her yerindeler... Ana okulundan üniversiteye kadar. Dahası bir öğretmen çocuğuysan, okuldan sonra da devam eder öğretmenle hayat.
Küçükken okuldan çıkıp evde rahat etmek diye bir kavramın olmaz. Daha yemeği yer yemez dikilir başına "ödevlerine bakalım" diye. Oflayıp puflamak çare değildir.
Okulda yaptığın her türlü yaramazlıktan hemen haberi olur. Çünkü sınıf öğretmenin kankasıdır. 1. sınıfta aşıdan kaçayım dersen, hayatının hatasını yaparsın. Yakalandığın yetmez gibi ilk aşıyı yiyen de sen olursun. Diğer taraftan aşıdan korkuyorsan, diğer çocukların aksine annen hemen yanındadır.
Bu arada, öğretmenler odasının önünden geçerken, bir el seni tutup içeri çekerse sadece bir kere korkarsın. Çünkü bu içeri çekilme, öğretmenler odasındaki muhteşem kekli börekli tenefüsten faydalanman için annen tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu arada diğer öğretmen çocuklarıyla da ilk defa burada tanışırsın, sonra kankan olurlar. Diğer çocuklar simit kemirip, kantin sırası beklerken sen ev yapımı kek, börek, çörek yersin.
Bu işin en kötü tarafı, her yazılı notunu senden önce öğrenir. Ama diğer taraftan veli toplantısından hayatta korkmazsın.
Ha bu arada evdeki herşeyi öğretmenine anlatır. Örneğin, çocukken kahvaltıda yumurta yemeyen iki kardeştik. İğrenç kokardı burnuma ki hala da öyle kokar. Zorla yumurta yediremeyince öğretmenime söylerdi. Öğretmenim de gelip, şöyle bir sınıfa göz atar ve "Burcu, bugün yumurta yemedin mi? Gördüm ben." derdi. Nerden gördüğü bu olayın en bomba yeridir. Mutfaktaki prizden görbildiğini söyledikten sonraki 6 ay boyunca her sabah kahvaltıda ağlaya ağlaya yumurta yedim. Sonradan babam prizin yerini değiştirince yemekten kurtuldum. Yıllar sonra annemle, öğretmenim bunu anlatıp anlatıp güldüler bana.
Bu arada ağabeyim de benim öğretmenimin öğrencisiydi. Zavallı öğretmenimiz tam 10 sene bizim aileden kurtulamamış. Yine birinci sınıfta hiç zayıf almayan ağabeyim bir gün eve dönerken anneme "anne sınıfta ağlayanlar var. Zayıf almışlar. Neden ağlıyorlarki?" diye sorunca, bir sonraki sınavdan bil bakalım kim zayıf almış? Ve ağlayarak öğretmenler odasına koşturan zavallıya kıs kıs gülen iki öğretmen :)
Evet, annem merak ettiğimiz herşeyin cevabını yaşayarak öğrenmemizden yana olduğundan yaptı bunları...
Ama ilk okulun en güzel yanı, 5 sene boyunca hiç çanta taşımamış olmam. Hiç! Annem sağolsun, hep o taşırdı çantamı.
İlk okul bitince kurtulduk mu annemin bu hayatımız boyunca dalga geçen öğretmen arkadaşlarından? Hayır! Ağabeyimin ardından ben de Anadolu Lisesi'ne başladım. Tüm ilk okul hayatım aynen lisede de devam etti. Çünkü büyük bir kısım öğretmenin çocukları da bizim ilk okuldan çıkmaydı. Dolayısıyla öğretmenler yine annemin arkadaşlarıydı. Her şey anında olmasa da 5 dk gecikmeyle anneme gidiyordu elbette. Bu sayede annemden hiç bir şey saklamadan büyüyen bir çocuk oldum. Ama çantamı kendim taşıdım ki bu illet bir durumdu.
Kısacası hayatımın en anlamlı insanlarından biri öğretmen! Herşeye rağmen bu ülkede hiç değer görmeyen, üç kuruşla hayatta kalma mücadelesi veren öğretmenlerden biri de benim annem. Yine de bilirim ki herşeye rağmen bugünün kutlanması onlar için çok anlamlıdır. Bu yüzden tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun!
Küçükken okuldan çıkıp evde rahat etmek diye bir kavramın olmaz. Daha yemeği yer yemez dikilir başına "ödevlerine bakalım" diye. Oflayıp puflamak çare değildir.
Okulda yaptığın her türlü yaramazlıktan hemen haberi olur. Çünkü sınıf öğretmenin kankasıdır. 1. sınıfta aşıdan kaçayım dersen, hayatının hatasını yaparsın. Yakalandığın yetmez gibi ilk aşıyı yiyen de sen olursun. Diğer taraftan aşıdan korkuyorsan, diğer çocukların aksine annen hemen yanındadır.
Bu arada, öğretmenler odasının önünden geçerken, bir el seni tutup içeri çekerse sadece bir kere korkarsın. Çünkü bu içeri çekilme, öğretmenler odasındaki muhteşem kekli börekli tenefüsten faydalanman için annen tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu arada diğer öğretmen çocuklarıyla da ilk defa burada tanışırsın, sonra kankan olurlar. Diğer çocuklar simit kemirip, kantin sırası beklerken sen ev yapımı kek, börek, çörek yersin.
Bu işin en kötü tarafı, her yazılı notunu senden önce öğrenir. Ama diğer taraftan veli toplantısından hayatta korkmazsın.
Ha bu arada evdeki herşeyi öğretmenine anlatır. Örneğin, çocukken kahvaltıda yumurta yemeyen iki kardeştik. İğrenç kokardı burnuma ki hala da öyle kokar. Zorla yumurta yediremeyince öğretmenime söylerdi. Öğretmenim de gelip, şöyle bir sınıfa göz atar ve "Burcu, bugün yumurta yemedin mi? Gördüm ben." derdi. Nerden gördüğü bu olayın en bomba yeridir. Mutfaktaki prizden görbildiğini söyledikten sonraki 6 ay boyunca her sabah kahvaltıda ağlaya ağlaya yumurta yedim. Sonradan babam prizin yerini değiştirince yemekten kurtuldum. Yıllar sonra annemle, öğretmenim bunu anlatıp anlatıp güldüler bana.
Bu arada ağabeyim de benim öğretmenimin öğrencisiydi. Zavallı öğretmenimiz tam 10 sene bizim aileden kurtulamamış. Yine birinci sınıfta hiç zayıf almayan ağabeyim bir gün eve dönerken anneme "anne sınıfta ağlayanlar var. Zayıf almışlar. Neden ağlıyorlarki?" diye sorunca, bir sonraki sınavdan bil bakalım kim zayıf almış? Ve ağlayarak öğretmenler odasına koşturan zavallıya kıs kıs gülen iki öğretmen :)
Evet, annem merak ettiğimiz herşeyin cevabını yaşayarak öğrenmemizden yana olduğundan yaptı bunları...
Ama ilk okulun en güzel yanı, 5 sene boyunca hiç çanta taşımamış olmam. Hiç! Annem sağolsun, hep o taşırdı çantamı.
İlk okul bitince kurtulduk mu annemin bu hayatımız boyunca dalga geçen öğretmen arkadaşlarından? Hayır! Ağabeyimin ardından ben de Anadolu Lisesi'ne başladım. Tüm ilk okul hayatım aynen lisede de devam etti. Çünkü büyük bir kısım öğretmenin çocukları da bizim ilk okuldan çıkmaydı. Dolayısıyla öğretmenler yine annemin arkadaşlarıydı. Her şey anında olmasa da 5 dk gecikmeyle anneme gidiyordu elbette. Bu sayede annemden hiç bir şey saklamadan büyüyen bir çocuk oldum. Ama çantamı kendim taşıdım ki bu illet bir durumdu.
Kısacası hayatımın en anlamlı insanlarından biri öğretmen! Herşeye rağmen bu ülkede hiç değer görmeyen, üç kuruşla hayatta kalma mücadelesi veren öğretmenlerden biri de benim annem. Yine de bilirim ki herşeye rağmen bugünün kutlanması onlar için çok anlamlıdır. Bu yüzden tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun!
17 Kasım 2009 Salı
Melek vs Şeytan
Evet şeytanla melek arasında gidip geliyorum. Çünkü ben hep şeytanı sevdim. Meleğin huzuru hep sinirimi bozdu benim. Ama bu defa şeytan ne kadar dürtse de beni, ilk defa melek de onunla başabaş mücadele edebiliyor. Bu savaşı kim kazanacak bilmiyorum ama bir an önce kazansa da kafamın içini rahat bıraksa...
Flora Whittemore'da der ki: “The doors we open and close each day decide the lives we live.”
Her gün, her an yaptığımız herhangi bir hareket, bir anlık bir düşünce, herhangi bir anlık gafletimiz hayatımızı anında bambaşka bir noktaya götürebiliyor. Bir daha asla dönemeyeceğimiz bir yerlere gelmiş buluyoruz kendimizi. Nasıl oldu anlamadan...
"Live the moment" en sevdiğim ve en korktuğum şey bu yüzden. Anı yaşarken, geleceğimi hiç istemediğim bir şekle sokmak...
Bir de ciddi kararlar var. Almak istemediğim, mümkün olduğunca kaçıp saklandığım ama her yerde bulup sobeleyen cinsten. İşte çok uzun süredir kaçtığım her şey, alınması gereken her karar tam karşımda duruyor ve beni bu defa tam köşeye sıkıştırmayı başardı. Kaçacak yerim kalmadığına göre mecburum bu kararları almaya...
Adım attığım yerde almam gereken bir karar var. Büyüklü küçüklü kararlar. Zor ve riskli olan yolu her zaman sevdim. Hayatımı hep öyle yaşadım ama artık biraz daha huzur, daha fazla güven istiyorum. Belki daha az adrenalinle daha sağlam adımlar olsun istiyorum.
Zaman zaman çok istediğim, zaman zaman hiç de umursamadığım şeylere ulaşmak için bir adım sonrasını bilmediğim bir yola sapmakla, uğruna çok emek harcadığım mutlulukların hemen yanımda olacağı bir yolda şansımı denemek arasında gidip geliyorum. Öyle bir yol ayrımı ki hayat akışımın geri kalanını belirleyecek. Elbette meleğin söylediği gibi "hayatımın sonu" olmayacak. Ama şeytan bu, her şekilde kafa karıştıracak bir cümle buluyor buna karşılık...
Bu yüzden Theodore Hesburgh'un dediği gibi karar vermeye çalışıyorum: "My basic principle is that you don't make decisions because they are easy; you don't make them because they are cheap; you don't make them because they're popular; you make them because they're right."
Flora Whittemore'da der ki: “The doors we open and close each day decide the lives we live.”
Her gün, her an yaptığımız herhangi bir hareket, bir anlık bir düşünce, herhangi bir anlık gafletimiz hayatımızı anında bambaşka bir noktaya götürebiliyor. Bir daha asla dönemeyeceğimiz bir yerlere gelmiş buluyoruz kendimizi. Nasıl oldu anlamadan...
"Live the moment" en sevdiğim ve en korktuğum şey bu yüzden. Anı yaşarken, geleceğimi hiç istemediğim bir şekle sokmak...
Bir de ciddi kararlar var. Almak istemediğim, mümkün olduğunca kaçıp saklandığım ama her yerde bulup sobeleyen cinsten. İşte çok uzun süredir kaçtığım her şey, alınması gereken her karar tam karşımda duruyor ve beni bu defa tam köşeye sıkıştırmayı başardı. Kaçacak yerim kalmadığına göre mecburum bu kararları almaya...
Adım attığım yerde almam gereken bir karar var. Büyüklü küçüklü kararlar. Zor ve riskli olan yolu her zaman sevdim. Hayatımı hep öyle yaşadım ama artık biraz daha huzur, daha fazla güven istiyorum. Belki daha az adrenalinle daha sağlam adımlar olsun istiyorum.
Zaman zaman çok istediğim, zaman zaman hiç de umursamadığım şeylere ulaşmak için bir adım sonrasını bilmediğim bir yola sapmakla, uğruna çok emek harcadığım mutlulukların hemen yanımda olacağı bir yolda şansımı denemek arasında gidip geliyorum. Öyle bir yol ayrımı ki hayat akışımın geri kalanını belirleyecek. Elbette meleğin söylediği gibi "hayatımın sonu" olmayacak. Ama şeytan bu, her şekilde kafa karıştıracak bir cümle buluyor buna karşılık...
Bu yüzden Theodore Hesburgh'un dediği gibi karar vermeye çalışıyorum: "My basic principle is that you don't make decisions because they are easy; you don't make them because they are cheap; you don't make them because they're popular; you make them because they're right."
Evim Güzel Evim
İnsanın evinden uzak olması fena bir şey... Ciddiyim. Tam olarak 5 haftadır evden uzaktayız. Annemle bundan sonra yaşayacağımız evi değiştirme kararı aldık. Haliyle annem bu kararla birlikte evin içerisinde bazı küçük (!) değişikliklere gitti. Yani ben küçük sanıyordum. Sadece mutfak ve banyo olarak başlayan tadilat yer karolarının ve parkelerinin değişimiyle devam ediyor. Bir de boya-badana işleri girdi araya ki off.
Bütün bu süre içinde ağabeyimin evinde kalıyoruz. Elbette kendi evimiz kadar rahatız ama insan iki üç evi birden evi gibi kabullenemiyor anlaşılan. "Yuva" dediğimiz şey tek olmalı. Kedileri de taşıdık oraya etkilenmesinler diye. Onlar bile 1 aydır yeni evlerine alışamadılar.
Tüm eşyalarım bir yerden başka bir yere taşınıyor. Haliyle her şey dolaplardan ve çekmecelerden, saklandıkları yerlerden çıktı. Kayboluşuna üzüldüğüm eşyalar, fotoğraflar ve elbette anılar...
Mesela yatak altından tam 18 tane fare çıktı. Oyuncak elbette. An Jin San'ın çok sevdiği ve her defasında kaybetti diye yenisi aldığımız tüm fareler meğer yatağın altında topluluk halinde duruyolarmış. O fareler onun için yakut değerinde. Öyle ki 24 saat oynamak isteyebilir. Hatta diğer ikisi oynayamasın diye yemek saatinde faresini su kabının içine atıyor. Yemeğini yedikten sonra faresini patileriyle sudan çıkarıyor ve oynamaya devam ediyor. Bugün hepsi bulununca deliye döndü birden. Aceleyle hepsini bir yerlere taşıyor yine. Diğer ikisi bulup oynayamasın onun farelerini :)
Bu süreç oldukça yorucu. Bir de yerleşme faslı var ki o gözümde fena büyüyor ve bu hafta bu fasıl başlayacak. Sadece kütüphanemin kitaplarını kolilerden çıkarmak bile beni bugün fena yordu.
Evinizin değerini bilin... "Home sweet home" diyebileceğim günleri görürüm umarım.
Bütün bu süre içinde ağabeyimin evinde kalıyoruz. Elbette kendi evimiz kadar rahatız ama insan iki üç evi birden evi gibi kabullenemiyor anlaşılan. "Yuva" dediğimiz şey tek olmalı. Kedileri de taşıdık oraya etkilenmesinler diye. Onlar bile 1 aydır yeni evlerine alışamadılar.
Tüm eşyalarım bir yerden başka bir yere taşınıyor. Haliyle her şey dolaplardan ve çekmecelerden, saklandıkları yerlerden çıktı. Kayboluşuna üzüldüğüm eşyalar, fotoğraflar ve elbette anılar...
Mesela yatak altından tam 18 tane fare çıktı. Oyuncak elbette. An Jin San'ın çok sevdiği ve her defasında kaybetti diye yenisi aldığımız tüm fareler meğer yatağın altında topluluk halinde duruyolarmış. O fareler onun için yakut değerinde. Öyle ki 24 saat oynamak isteyebilir. Hatta diğer ikisi oynayamasın diye yemek saatinde faresini su kabının içine atıyor. Yemeğini yedikten sonra faresini patileriyle sudan çıkarıyor ve oynamaya devam ediyor. Bugün hepsi bulununca deliye döndü birden. Aceleyle hepsini bir yerlere taşıyor yine. Diğer ikisi bulup oynayamasın onun farelerini :)
Bu süreç oldukça yorucu. Bir de yerleşme faslı var ki o gözümde fena büyüyor ve bu hafta bu fasıl başlayacak. Sadece kütüphanemin kitaplarını kolilerden çıkarmak bile beni bugün fena yordu.
Evinizin değerini bilin... "Home sweet home" diyebileceğim günleri görürüm umarım.
8 Kasım 2009 Pazar
Miting Mi?
Kadıköy'de yaşayan biri olarak bu konudaki tek derdim her türlü mitingin ot kök demeden Kadıköy meydanda düzenlenmesi. Bir değil, iki değil... Hepsi burda!
Bugün de miting vardı.Neden? Kürtlere verilen hakların Alevilere de tanınması... Ya ben mi bu ülkede yaşamıyorum anlamadım. Bugüne dek kim kimi ayrıştırdı diğerinden? Alevi Türk vatandaşı değil midir? Ama tabii "Kürt halkıyız" diyerek herşeyi sömürmeye meyilli, Kürtlerin bile kendi içlerine almak istemedikleri terörist kitleyi tepemize çıkaran zihniyet sağolsun, şimdi bütün etnik kökenler ayaklanacaklar. Yakın zamanda sadece ve sadece Türk olan, bir etnik kökeni olmayan biz zavallılar kalacağız ortada!
Benim derdim bu da değil. Varsa bir ezilmişlikleri haklarını arasınlar elbette! Ama bakın bir şu görüntülere...
Şimdi her hakkını arayan Kadıköy sokaklarını mahvedip gitsin, bizim vergiler de bunlara mı gitsin anlamadım ben. Kendi hakkını ararken başkasının yaşam alanını deyim yerindeyse "boklayıp gitmek" nasıl bir yaklaşımdır?? Ben çözemedim. Çözebilen anlatsın!
Bugün de miting vardı.Neden? Kürtlere verilen hakların Alevilere de tanınması... Ya ben mi bu ülkede yaşamıyorum anlamadım. Bugüne dek kim kimi ayrıştırdı diğerinden? Alevi Türk vatandaşı değil midir? Ama tabii "Kürt halkıyız" diyerek herşeyi sömürmeye meyilli, Kürtlerin bile kendi içlerine almak istemedikleri terörist kitleyi tepemize çıkaran zihniyet sağolsun, şimdi bütün etnik kökenler ayaklanacaklar. Yakın zamanda sadece ve sadece Türk olan, bir etnik kökeni olmayan biz zavallılar kalacağız ortada!
Benim derdim bu da değil. Varsa bir ezilmişlikleri haklarını arasınlar elbette! Ama bakın bir şu görüntülere...
Şimdi her hakkını arayan Kadıköy sokaklarını mahvedip gitsin, bizim vergiler de bunlara mı gitsin anlamadım ben. Kendi hakkını ararken başkasının yaşam alanını deyim yerindeyse "boklayıp gitmek" nasıl bir yaklaşımdır?? Ben çözemedim. Çözebilen anlatsın!
6 Kasım 2009 Cuma
Azrail Jr.
Nasıl bir insanım, nasıl bir yaratılışım var gerçekten anlamıyorum. Bu ara başımda bir küçük felaket bulutu esecek gibi yine.
Hani tek tek yaşandığında aklınızdan bile geçmez kötü düşünceli insanlardan gelecekler. Ama ne zaman mutlu olduğumu yazsam, bir sorun çıkıyor onu bozacak. Geçen haftadan beri saçma saçma küçük olaylar serisi var hayatımda.
Yeni bir komşumuzun evimize ziyarete gelip, "ayy ne güzel kediniz" nidalarıyla başladı her şey. Kedi ertesi gün insan gibi öksürmeye, insanlardan kaçmaya başladı. Nazara inanmak istemeyen bünyemiz ev değişikliğimiz yüzünden kediyi üşüttüğümüze yordu hemen olayı. Zavallı kedim 3 gündür antibiyotik tedavisi görüyor. Komşumuzun bayıldığı gözlerine günde 3 defa ilaç damlatıyoruz iltihabı için...
Sonra geçmişten pek de hoşuma gitmeyen bir şey öğrendim. Ardından işle ilgili güzel olabileceğini düşündüğüm bir gelişmeyi katil olmadan sonlandırmak için kendimi baya bir kastım.
Bu sabah erken saatlerde yüzümde bir sıcaklık hissederek uyandım. Hayatımda son 2 seneye kadar hiç kanamayan burnum kanıyordu. Gün içinde aralıklarla kanamaya devam etti. Ne yaparsam yapayım kanadı. Kitap okurken, yazarken, ... Anne tavsiyesi ile kafamı öne doğru eğmeyeceğim bir aktivite yapıp TV karşısına kuruldum CSI izlemeye. Onda bile rahat vermedi. Bir de bir kaç damla kanayıp bitiyor. Tam yerimden kalkıyorum, duruyor.
Ha veteriner dönüşü annemle bindiğimiz taksinin bir minibüsle çarpışmasından bahsetmiyorum.
Etrafımızda dönen bir Jr Azrail var anlaşılan. İşinde pek başarılı değil ama rahatsızlık vermekte oldukça uzman.
p.s.: Sevgilimin aldığı nazar boncuklu bileklikleri bugün ellerimi yıkarken çıkarıp, takmayı unutmuşum. Alaka kurmamaya çalışıyorum. Paranoyaklaşıyorum galiba :)
Hani tek tek yaşandığında aklınızdan bile geçmez kötü düşünceli insanlardan gelecekler. Ama ne zaman mutlu olduğumu yazsam, bir sorun çıkıyor onu bozacak. Geçen haftadan beri saçma saçma küçük olaylar serisi var hayatımda.
Yeni bir komşumuzun evimize ziyarete gelip, "ayy ne güzel kediniz" nidalarıyla başladı her şey. Kedi ertesi gün insan gibi öksürmeye, insanlardan kaçmaya başladı. Nazara inanmak istemeyen bünyemiz ev değişikliğimiz yüzünden kediyi üşüttüğümüze yordu hemen olayı. Zavallı kedim 3 gündür antibiyotik tedavisi görüyor. Komşumuzun bayıldığı gözlerine günde 3 defa ilaç damlatıyoruz iltihabı için...
Sonra geçmişten pek de hoşuma gitmeyen bir şey öğrendim. Ardından işle ilgili güzel olabileceğini düşündüğüm bir gelişmeyi katil olmadan sonlandırmak için kendimi baya bir kastım.
Bu sabah erken saatlerde yüzümde bir sıcaklık hissederek uyandım. Hayatımda son 2 seneye kadar hiç kanamayan burnum kanıyordu. Gün içinde aralıklarla kanamaya devam etti. Ne yaparsam yapayım kanadı. Kitap okurken, yazarken, ... Anne tavsiyesi ile kafamı öne doğru eğmeyeceğim bir aktivite yapıp TV karşısına kuruldum CSI izlemeye. Onda bile rahat vermedi. Bir de bir kaç damla kanayıp bitiyor. Tam yerimden kalkıyorum, duruyor.
Ha veteriner dönüşü annemle bindiğimiz taksinin bir minibüsle çarpışmasından bahsetmiyorum.
Etrafımızda dönen bir Jr Azrail var anlaşılan. İşinde pek başarılı değil ama rahatsızlık vermekte oldukça uzman.
p.s.: Sevgilimin aldığı nazar boncuklu bileklikleri bugün ellerimi yıkarken çıkarıp, takmayı unutmuşum. Alaka kurmamaya çalışıyorum. Paranoyaklaşıyorum galiba :)
5 Kasım 2009 Perşembe
Undo
Dün bir tesadüf eseri öğrendim, bir an öyle donuk kalakalmışım. Sonra üzüldüm, biraz kızdım. Ardından empati kurabildim. O zaman nötrlendi hissettiklerim.
Kanser teşhisinden itibaren 6 ay kadar tedavi gördü babam. 4 ayında ben İstanbul dışında okulda olduğumdan sadece 2 kere görüşebildik. Son 23 gününde evimizdeydi babam.
Babamın hastalığını bildiğim halde, durumunun ümitsiz olduğunu ve hastalığının son evresinde olduğunu, kısacası ölümünün beklendiğini ben hariç herkes biliyormuş ailede. Herkes "iyileşecek" derken gözlerime baka baka yalan söylemiş meğer.
Deliler gibi güvendiğim ailem benden saklama kararı almış. Kızmak, sinirlenmek, ne diyeceğini bilememek hepsi ardı ardına geldi. Bir kaç dakika içinde hepsini yaşayıp ardından bir anda sakinleştim ve kendimi yerlerine koydum. Ne 13 yaşında hayatı cıvıl cıvıl olan kızıma babasının artık fazla ömrünün kalmadığını söyleyecek bir anne olabilirdim, ne de küçük kardeşine bu durumu açıklamak zorunda kalacak bir ağabey... Kızamadım. Ben de yapamazdım. Kimbilir onların kabullenmeleri ne kadar zaman aldı? Soramadım. O kadar inanmıştım ki babamın iyileşeceğine, her sabah sevdiği adamın gün içinde biraz daha eriyeceğini, biraz daha zayıflayacağını ve daha çok ağrı - acı çekeceğini bilerek güne uyanan annemin kafasında dönen "ne zaman" sorusunu göremedim.
Kızamadım, ağzımı dahi açamadım. Zar zor "olsun" diyebildim. "Yeterince güzel anımız var" Yine de o an hayatımda bir "undo" tuşu olsun, bu kararı geri alabilelim istedim!Bilseydim ne olurdu ki? Babamı daha fazla yaşatamayacaktım. Belki her gün onunla birlikte benim de hayatımda bir şeyler eriyecekti. Bilseydim?
Bilseydim... 4 ay ayrı kalmazdık. Evet, okul ve dersler ters dönerdi. Belki sınıfta bile kalırdım. Şimdi olduğum yerde olamazdım ama babamla geçirdiğim 4 ay hepsine değerdi.
Bilseydim... 13 yaşında bir kız olarak her gün içgüdülerimle kavga etmezdim kendi içimde. Her gün "babam ölecek mi?" sorusunun çınladığı beynimde kendi kendime pozitif duygular aşılayabilmek için çırpınmazdım.
Bilseydim... Öyle ya da böyle biraz daha hazır olurdum hayatımda en sevdiğim erkeğin ölümüne.
Bilseydim... Yatıp dinlenirse daha çabuk iyileşir diye düşündüğüm için vazgeçtiğim herşeyi yapardım onunla. Daha fazla film izler, daha fazla şımarır, alabildiğim kadar çok sevgi ve öpücük alırdım babamdan.
Bilseydim... Daha fazla günümüzün olmadığını... Ona sormak istediğim herşeyi sorardım.
Bilseydim... Daha fazla fotoğrafımız olurdu yüzünü unutmaya başladığımı farkettiğimde bakmak için... Hatta belki bir video kaydımız olurdu şimdi tamamen unuttuğum sesini ihtiyacım olduğunda duymak için...
Bilseydim... Bilmiyordum. Belki böylesi daha iyiydi. Yine de bir "undo" isterdim.
Kanser teşhisinden itibaren 6 ay kadar tedavi gördü babam. 4 ayında ben İstanbul dışında okulda olduğumdan sadece 2 kere görüşebildik. Son 23 gününde evimizdeydi babam.
Babamın hastalığını bildiğim halde, durumunun ümitsiz olduğunu ve hastalığının son evresinde olduğunu, kısacası ölümünün beklendiğini ben hariç herkes biliyormuş ailede. Herkes "iyileşecek" derken gözlerime baka baka yalan söylemiş meğer.
Deliler gibi güvendiğim ailem benden saklama kararı almış. Kızmak, sinirlenmek, ne diyeceğini bilememek hepsi ardı ardına geldi. Bir kaç dakika içinde hepsini yaşayıp ardından bir anda sakinleştim ve kendimi yerlerine koydum. Ne 13 yaşında hayatı cıvıl cıvıl olan kızıma babasının artık fazla ömrünün kalmadığını söyleyecek bir anne olabilirdim, ne de küçük kardeşine bu durumu açıklamak zorunda kalacak bir ağabey... Kızamadım. Ben de yapamazdım. Kimbilir onların kabullenmeleri ne kadar zaman aldı? Soramadım. O kadar inanmıştım ki babamın iyileşeceğine, her sabah sevdiği adamın gün içinde biraz daha eriyeceğini, biraz daha zayıflayacağını ve daha çok ağrı - acı çekeceğini bilerek güne uyanan annemin kafasında dönen "ne zaman" sorusunu göremedim.
Kızamadım, ağzımı dahi açamadım. Zar zor "olsun" diyebildim. "Yeterince güzel anımız var" Yine de o an hayatımda bir "undo" tuşu olsun, bu kararı geri alabilelim istedim!Bilseydim ne olurdu ki? Babamı daha fazla yaşatamayacaktım. Belki her gün onunla birlikte benim de hayatımda bir şeyler eriyecekti. Bilseydim?
Bilseydim... 4 ay ayrı kalmazdık. Evet, okul ve dersler ters dönerdi. Belki sınıfta bile kalırdım. Şimdi olduğum yerde olamazdım ama babamla geçirdiğim 4 ay hepsine değerdi.
Bilseydim... 13 yaşında bir kız olarak her gün içgüdülerimle kavga etmezdim kendi içimde. Her gün "babam ölecek mi?" sorusunun çınladığı beynimde kendi kendime pozitif duygular aşılayabilmek için çırpınmazdım.
Bilseydim... Öyle ya da böyle biraz daha hazır olurdum hayatımda en sevdiğim erkeğin ölümüne.
Bilseydim... Yatıp dinlenirse daha çabuk iyileşir diye düşündüğüm için vazgeçtiğim herşeyi yapardım onunla. Daha fazla film izler, daha fazla şımarır, alabildiğim kadar çok sevgi ve öpücük alırdım babamdan.
Bilseydim... Daha fazla günümüzün olmadığını... Ona sormak istediğim herşeyi sorardım.
Bilseydim... Daha fazla fotoğrafımız olurdu yüzünü unutmaya başladığımı farkettiğimde bakmak için... Hatta belki bir video kaydımız olurdu şimdi tamamen unuttuğum sesini ihtiyacım olduğunda duymak için...
Bilseydim... Bilmiyordum. Belki böylesi daha iyiydi. Yine de bir "undo" isterdim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)